Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

200 yıllık parantez

Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye'nin son 200 yıldır bir parantez içinde yaşadığını söyledi. Batılılaşma konusunda çalışan birçok kişi Türkiye'nin kendisine ait olmayan bir hayata ve tarihe mahkum edildiğini çok yazdı

Bunca keşmekeş ve hengame arasında galiba kimsenin dikkatini çekmedi.
Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta konuşurken Türkiye'nin 200 yıllık parantezi kapattığını, kapatmak üzere olduğunu belirtti.
Türkiye'nin son 200 yıldır bir parantez içinde yaşadığı Batılılaşma konusu üstünde düşünen birçok kişi tarafından dile getirildi. Türkiye'nin kendisine ait olmayan bir hayata ve tarihe mahkum edildiği çok yazıldı. Kemal Tahir'den Cemil Meriç'e, Necip Fazıl'dan Niyazi Berkes'e, Attila İlhan'a, Peyami Safa'ya kadar pek çok düşünür, edebiyatçı bu konunun etrafında dolaştı. Doğu-
Batı çatışması, medeniyet bunalımı, medeniyet inkırazı, çünkü bizim büyük sorunumuzdu. Neredeyse bu konularda kalem oynatmayan, yazardan, düşünürden sayılmazdı.

TANZİMAT VE KEMALİZM

Aslında bu tartışmalarda iki büyük dönem, Tanzimat ve Kemalist dönemler birbirine bağlanıyordu.
Bu ikisinin birbirinin devamı olduğu düşünülüyordu: Bir suyu akıtmaya çalışan, birbirine ekli, farklı zamanlarda yapılıp uzatılmış iki kanaldı bunlar. Bununla birlikte bazı düşünürler de tam tersi bir yönde çaba harcıyor, Tanzimat ve Kemalist dönemlerin birbirine zıt olduğunu belirtiyordu.
Modern toplum ve kültür düşüncemizin kurucularından Ziya Gökalp örneğin onlardandı. Gökalp, Kemalist dönemi tam manasıyla yaşamadı.
Erken ölümüyle aramızdan ayrıldı. Fakat hiç değilse Tanzimat eleştirisiyle farklı bir çizgi oluşturmaya çalıştı, bunu ihmal etmedi.
Attila İlhan da sonuna kadar bu görüşü savundu. Tanzimat'ın 'yabancı', Kemalizmin 'yerli' olduğu görüşünde ısrar ediyordu. Kemalizm'in Tanzimat'tan da bir kopuş olduğunu dile getiriyordu.
Bu görüşlerin temelini oluşturan düşünce Gökalp'ten kaynaklanıyordu.
Türkçülük akımının oluşmasındaki büyük katkısı ve etkisiyle Gökalp, Batı'ya karşı değildi. Ama uygarlık ve medeniyet arasında bir ayrım yapıyordu. Uygarlık daha ziyade teknolojiye ait bir olguydu, kökü ya da kendisi nerede olursa olsun ithal edilmeliydi. Fakat medeniyet yerli olmalıydı. Attila İlhan da, Peyami Safa da bu noktayı belirteceklerdi.
Evet, Batı'nın teknolojisini alalım ama kültürü yerli olsun.
Bu düşünce Kurtuluş Savaşı etkisi altındaki kuşaklarda imparatorluğun yıkılmasından gelen 'travma bilinci'yle teşekkül etmişti. Batı emperyalistti.
Bizi her zaman boğmaya hazırdı. Dolayısıyla Batılılaşma bizzat Batı'nın açık ve gizli tehditlerine direnmek için gerekliydi.
Söz konusu yaklaşım Kemalizm'in özünü oluşturur denirse yanlış olmaz. Gerçekten de Batı'ya rağmen Batı düşüncesi o düşüncenin tohumudur. Kemalizm bu anlayışını hakim kılmak ve güçlendirmek için halkçılık görüşünü geliştirmiştir. Başka anlamları, açılımları elbette vardır halkçılığın.
Fakat Kemalist yazarların öne sürdüğü bu görüş de doğrudur.
Derler ki, Tanzimat'ın 'yabancılığına', halka rağmen yapısına mukabil Kemalizm halkla birlikte yapmıştır yapmak istediğini. Onun 'yerliliği' de bu bağlamda meydana gelir.
Aslı aranırsa bu değerlendirme bazı yanlışlar içerir. Birincisi Tanzimat'ın halka yabancılığı pek o kadar gerçek değildir. Tersine. Daha önceki dönemlerin sahip olduğu havas-avam yani seçkinler ve halk arasındaki ayrımı Tanzimat gidermeye çalışmıştır. İkincisi, derler ki, Kemalizm halkçı bir öze dayanır ve bu Tanzimat'ta hiç dile getirilmedik ölçüde vurgulanmıştır. Bu hakikattir.
Fakat Kemalizm halkı dönüştürülecek bir öğe olarak görür.
Gene de Tanzimat ve Kemalizm'in benzerlikleri farklarından fazladır. Kısacası ortada bir tarihsel bütün mevcuttur. Söz konusu bütünü Batılılaşma oluşturur. Bu bütünlük yani Batılılaşma zamanla değişik yaklaşımlarla ele alınıp tartışıldı. Türkçüler konuya saf Türklük açısından yaklaştılar. Batı potasında Türklüğü eritmek gibi göründü onlara Batıcılık. Eleştirdiler.
Türklüğün saflığının ancak bize özgü bir kültürle korunabileceğini öne sürdüler.

GEÇMİŞİMİZLE BARIŞMAK

Diğer yanda İslamcılar bu görüşleri eleştirdiler. Onların yaklaşımları ve sorgulamaları daha da yoğundu. Çok daha geniş bir tabana yaslanıyordu. Şüphesiz zaman bu görüşleri çeşitlendirdi. 1940'ların Batı konusundaki görüşleriyle 1980'lerin görüşleri aynı değildir.
Necip Fazıl'ın yazdıklarıyla Batı konusunda Nuri Pakdil'in yazdıkları çok farklıdır. Gene de hemen herkes Müslümanlığın ve 'tarih bilinci'nin öneminden söz eder bu alanda.
Kanımca bu iki kavram bizdeki tartışmaların biri daha eskiden beri devam edegelen ama diğeri son dönemde öne çıkan iki anahtar sözcüğüdür. 'Tarih bilinci' bir tür benlik arayışının çekirdeğidir. Bu görüşü vurgulayan yazarlar Batılılaşmanın bizi bizden aldığını, kendimizi inkara sürüklediğini, geçmişimizle bağımızı kopardığını belirtir. Oysa tarih bilinci mevcutsa insan bu 'yanlış gidişe' karşı koyabilir. Bu da özünde geçmişimizle barışmaktır.
Son dönemlerde asıl öne çıkan olgu Müslümanlıktır. Şimdi açıkça söylemek gerekir ki, Batı'yla aramızdaki zıtlık özünde kültüreldir.
Ve kültürel derken mekanik/teknolojik bir kültürden değil manevi/ toplumsal kültürden söz ediyoruz.
Onun aslı da asırlara yayılmış Müslümanlık-
Hıristiyanlık çatışmasıdır.
Bugün de, dünyanın küreselleşme içinde, hatta Avrupa'nın kendi birliği içinde birbirine bağlandığı bir dönemde aynı zıtlığın hâlâ sürüp sürmediği sorulabilir. Muhtemelen cevap da hayır olacaktır, olmalıdır, bütün o Charlie Hebdo olaylarına ve İslamofobi tutumuna rağmen.
Konunun Batı tarafından nasıl ele alındığı ayrı bir sorudur. Fakat bizim aynı sorunu gitgide dinsel ve onun etrafına yerleşmiş bir kültürel plana oturttuğumuz muhakkaktır.
Geçmişi ve yarattığı büyük kültürü şimdi İslam içinden algılıyoruz. Bir dönemde Osmanlı dediğimiz büyük varlığı şimdi daha çok Müslümanlık ile iç içe değerlendiriyoruz. Bu yanlış değil. Elbette Osmanlı bir İslam devletiydi ve tüm kültürünü bu kök üstünde biçimlendirmişti.
Fakat geçmişin sadece İslama indirgenmesi yeteri kadar açıklayıcı ve kapsayıcı olmayabilir. Çünkü, İslam kavramının da kendi içinde o büyük imparatorluk tarih ve geleneğinde dönüşümü söz konusudur.
O zaman ben parantez metaforuna iki noktada değineyim. Birincisi, doğrudur, 200 yıldır bir parantezde yaşıyoruz. Batılılaşma bizi geçmişimizden ve kültürel değerlerimizin belli bir anlayışla devamlılığından koparmıştır. Bu inkar edilemez.
Doğru veya yanlış olması ayrı ve entelektüel bir sorundur. Ama bu gerçeğin bir olgu olduğu muhakkaktır.
Ne var ki bu, bir talep üstüne, böyle olsun diye atılmış bir adım değildir.
Bir süreçtir. Önce Tanzimat'a gidilir.
Sonra III. Selim'e gidilir. Sonra daha öncelerine gidilir. Diyeceğim şudur: Batılılaşma bizde tarihsel bir gelişimdir. İçerideki arayışların, ihtiyaçların da meydana getirdiği bir sonuçtur.
Ömer Koç Koleksiyonu'ndan seçilmiş fotoğrafların oluşturduğu serginin kataloğu, çok değerli Hanedan ve Kamera (Bahattin Öztuncay/ Aygaz Yayınları) isimli kitaba bakınız.
Oradaki Osmanlı Hanedanı, başı, göğsü ve kolları açık kadınlar hanedana mensuptular ve Müslümandılar.
Ama değişim onları adım adım öyle bir noktaya taşımıştı.
Öte yanda devrimler vardır. Bunu ihtiyaç ve zamanla mukayese etmek zor görünse bile, sonunda her devrimin köklerinin bir önceki dönemde olduğunu düşünmek zoru bir parça kolaylaştırır. Ama bütün tarihin yok sayılması, reddedilmesi bir entelektüel ve ideolojik tercihtir.
İkincisi şudur. Bugün İslam'ın Batı'ya bakışı çok farklıdır. Müslümanların Batı'yla ilişkisi de o derecede farklıdır. Bu o kadar sosyolojik bir gerçektir ki, diyelim bugün her şeyimizle Osmanlı'ya döndük, bıraktığımız yere geri gittik. Eminim kısa bir süre sonra bugün bulunduğumuz yere, ama şöyle ama böyle, geri geliriz. Bunu belki seçkinler yapmayabilir. Onlar iradelerini ve taleplerini ideolojileriyle ketleyen insanlardır. Ama halk o arayış ve beklenti içinde olacaktır.
Kısacası, katılıyorum. Parantez kapanıyor. Bugün kültürel değerlerine, geçmişine, tarihsel bilincine ve kimliğine daha fazla sahip çıkan bir toplum var. Kendisini bir parantezde görmüyor. Bu bir özgüven sorunudur. Son 30 yılda gelişti.
Bundan ötesi kültürel bir yeni tasavvur dünyası kurmak, kültürel belleği ve tahayyülü canlandırmak, ortaya bir sentez çıkarmaktır. O da o büyük birikimle son 90 yılın birikiminin harmanlanmasından çıkar.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA