Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Fakat Müzeyyen bu derin bir tutku*

Müzeyyen Senar gerçekten de kimselere benzemez bir üslubun sahibiydi. Son derecede ince bir sesle, çok kendisine özgü o tarzda okuyordu besteleri. Şimdi ona 'Cumhuriyetin Divası' falan deniyor. Elbette bir saygı ifadesi ama bana göre manasız ve zorlama bir yakıştırma. Senar, 'diva' bir üst mertebe ifadesiyse, elbette divadır ama o kavramın ifade ettiği mananın hayli dışındadır. Kendisine özgü bir ekol olmuş, ufuk açmış bir icracıdır

Kendimi bilmeye başladığım 1960'lı yıllardan zihnimde kalan bir Müzeyyen Senar hatırası yok. Oysa Zeki Müren'i çok iyi anımsıyorum.
Mesela annem bir ahbaplarında bulunan ve Zeki Müren'in 'doldurduğu', Zennube isimli plağı almaya beni gönderdi.
Dönerken her zaman yaptığım üzere deli gibi koştum, hem de yokuş aşağı. Düştüm. Burnum kırılmadı ama üstü epeyce sıyrıldı.
Evde Osmanlı ve Türk müziğiyle meşguldü herkes. Babamın sesi dillere destan. Ankara Hukuk Fakültesi'nde okurken radyoevinin sınavına girip kazanıyor binlerce insan arasında.
O derecede parlak müzik yeteneği.
Radyoevi, ya biz ya fakülte deyince bırakıyor.
Çok iyi bir dinleyici ve Türk müziği entelektüeli olarak devam etti. Annem, keza. Bütün şarkıları biliyor, şarkıcıları tanıyordu. Babam klasikçi. Annem daha popüler olan parçalara yatkın.
Ben 1970'lerin hemen başında bu işe verdim kendimi. Sokakta top oynuyoruz falan.
Saat 5'te fırlıyorum, eve koşup radyonun başına geçiyorum. 'Kasım İnaltekin yönetiminde fasıl' dinliyorum. Ama hiçbir şeyi entelektüel, hatta 'serebral' bir faaliyetten uzak yapamadığım için, elimde Şerif İçli'nin düzenlediği iki cilt Şarkı Güfteleri kitabı var. Okunan parçanın sözlerini binbir müşkilatla duyup kitaptan buluyorum. İzliyorum. Karar vermişim bin Divan Edebiyatı mısraı ve şarkı sözü ezberleyeceğim.
Zaten hafızam iyi. Bir kere okuyup dinleyince 'kaydediyorum'.
Bir de Radyo Haftası dergileri var. Bizimkiler o yoksulluk yıllarında bile almışlar.
Bir de ciltletmişler. (Hâlâ duruyorlar bende.) Döne döne bakıyorum onlara. Şimdi düşünüyorum da devir daha o zamanlar ne kadar değişmiş. Dergiler yayınlandıktan 20 yıl sonra okumuşum ve sözü edilen şarkıcıların hepsi ortadan kaybolmuş. 1970'lerde ne Perihan Altındağ, ne Safiye Ayla, ne Ahmet Üstün, ne Radife Erten, ne Hamiyet Yüceses, ne de türkücü Zehra Bilir vardı ortalıkta. Adları, anıları yaşıyordu elbette ama kendilerini duymak, dinlemek taş plakların 'şefaatine' kalmış ama artık taş plak kalmamıştı etrafta.
Bütün o dergilerde ve şu anlattığım ortamda bir efsane dolaşıyordu: Müzeyyen Senar.
Gelin görün ki, sahnelerden çekilmiş, izini bile kaybettirmişti. "Sırra kadem bastı" diyordu bizimkiler. Derken bir gün, televizyonlarda zuhur etti. Yaşlı, hayli kalın/laşmış bir sesin sahibi, görmüş geçirmiş bir kadın "Veda etmeye geldim" diyordu. Program üstüne program yapıyor ve hep aynı şeyi tekrarlıyordu: veda etmek! Sonra kasetler yayınlamaya başladı, veda, elveda, son veda...
Ne yalan söyleyeyim, kızıyor ve içimden söyleniyordum ama şaşırtıcı olanı, çevredeki herkesin onu neredeyse huşu içinde izlemesiydi. "Müzeyyen" diyorlar da başka bir şey demiyorlardı.
Bir de şu oldu: o yıllarda Bülent Ersoy da yavaş yavaş boy gösteriyordu. Onun o kalın, hünsa sesiyle Senar'ın hayli kalınlaşmış sesi neredeyse birbirinin aynıydı. Biraz daha kulak kesilince, aaa, üslubunun da Senar'ın üslubu olduğunu gördüm. Bunu söyleyince, babam, "Gençliğinde de Zeki Müren onun üslubunda okurdu" dedi. Artık yerimde duramadım.
Gene babamın bir arkadaşı aracılığıyla radyoevine gittim. Beni bir odaya aldılar. Masa, sandalye, kulaklık. İstediğim plakları yaşlı, yorgun bir kadın getirdi önüme yığdı, torpilliyim ya, dinleyebildiğim kadar eski Müzeyyen Senar kaydı dinledim.

SENAR'IN ETKİLEYİCİ DEHASI

Zihnim aydınlanmıştı. Müzeyyen Senar gerçekten de kimselere benzemez bir üslubun sahibiydi. Son derecede ince bir sesle, çok kendisine özgü o tarzda okuyordu besteleri.
Şimdi artık cd'ler halinde yayınlanmış kayıtlarından izlenirse, Zeki Müren'in gerçekten de onu izlediği anlaşılabilir. Bunu kendisi de bir tv programında belirtti. Ona bu işin böyle olamayacağını söylediğini, bunun üstüne Zeki Müren'in sesine 'vibrato' verdiğini belirtti. Ama neticede o da kendi kıvamını bulmuştu ve Senar hem onun hem de ondan çok farklı olan Bülent Ersoy'un müzikal annesi konumuna yükselmişti.
Şimdi ona 'Cumhuriyetin Divası' falan deniyor. Elbette bir saygı ifadesi ama bana göre manasız ve zorlama bir yakıştırma. Senar, 'diva' bir üst mertebe ifadesiyse, elbette divadır ama o kavramın ifade ettiği mananın hayli dışındadır. Kendisine özgü bir ekol olmuş, ufuk açmış bir icracıdır.
Bu ekol ve icra bizim klasik müziğimizin çerçevesi içinde değildir. Senar'ın da böyle bir iddiası yoktur. Bununla birlikte, radyo kayıtlarında 'fem-i muhsin'e mümkün olduğunca yakın bir tarz kullanır. Kemal Niyazi Seyhun gibi bir ustadan el almış, arkasında Selahattin Pınar'lar, Şerif İçli'ler çalmış. Elbette 19. yüzyıl şarkı formunu dejenere etmeyen bir tavır kullanacaktı. Gene de önemini, farklılığını yaratan bu değildir. Yani, kimse Müzeyyen Senar'ı klasik parçaları icra edişiyle hatırlamıyor. Tersine, Senar, o icralarında son derecede başarılı, özgün, hatta eşsiz bir düzey tuttursa bile asıl ününü sahnede yaptı. Çarpıcılığı sahne başarısından kaynaklandı.
Bu iki olgunun yan yana durması biraz bizim musikimizle ilgili bir durum. Kimse Elvis Presley'den klasik parçaları yorumlamasını beklemedi, nasıl yorumladığını da bilmek istemedi kimse. Halbuki, bizim müziğimiz iki düzeyde de icra edilebilecek ve birbiriyle çelişmeyecek dokudadır. Yani hem saray ve klasik hem sokak ve popüler olan Türk müziğinde içkindir. Kaldı ki, saray müziğinin belli bir çağa kadar ürettiklerinden sonra şarkı formunun öne çıkmasıyla müziğin sokakla, halkla, kitle+lerle iç içe geçişi tamamlanmıştır.
Bu hadise 1950'lerde doruğuna sahnenin keşfiyle birlikte ulaşır. Sahne, daha önce 'saz' denen ve kısıtlı yerlerde icra edilen müziği geniş bir çevreye açar. Müzeyyen Senar'ın dehası o çevreyi etkileyip, adeta cebine koymasıdır. Zeki Müren kadar yaratıcı olamamıştır, onun ölçüsünde yenilikler getirmemiştir ama sahnede fırtına gibi esmiştir. Şehrin ve sermayenin yeni yüzü olmuştur. Bunun başlıca nedeni icrasıdır ve sahnenin bir şov mekanı olduğunu kavramasıdır. Rakı bardağını dökmeden çevirmesi, bir elmayı ortasından basıp ikiye bölmesi onun sahneyi nasıl anladığının göstergeleridir.
Müzeyyen Senar okuduğundan hiç şaşmamasına, hep aynı çizgide kalmasına mukabil Türk musikisini neredeyse 'caz' gibi icra etmiştir.
Ona uyacak saz bulmak zordu. Nerede ne yapacağını kestirmek olanaksızdı. Caz solistinin benim için bir tek tanımı vardır, derim ki, ne okusa kendisine göre okur, ne okusa onun okuduğunu biliriz. Ella Fitzgerald'ı veya Armstrong'u veya Billie Holiday'i düşünmek beni haklı çıkarmaya yeter. Senar, sonradan büsbütün kalınlaşan sesinin sahip olduğu karakteristik, o vecd halinde fırtına gibi okuyuş onu bütünüyle bu tanıma yerleştirdi. Bu gene bizim musikiye özgü bir durumdur. Senar, kişisel hayatında da belli ki, sıradışı bir kadın.
Evlilikleri, aşkları, rint-meşrep tavrı okuyuşuyla örtüşüyordu.

ONUNLA GÜLDÜK AĞLADIK
İkincisi, daha önemli, Senar'ın, gene benim ifademle, 'şair' yanı. Şunu söylemek istiyorum.
Bir toplumun ortak hafızasını şiirleri meydana getirir. Elbette roman karakterleri de o toplumun prototipleridir. Fakat şiir, dilden dile, nesilden nesle akar. Bir toplumun realitesini yaşatır ve yansıtır. Çünkü, ortak duyarlılığını ifade eder.
Bunu eskiden saz şairleri yapardı. Sadece sözle değil, müzikle de o duyarlılığı yakalarlardı. Müzeyyen Senar, Zeki Müren, Neşet Ertaş mesela, bizim toplumumuzun ve insanımızın duyarlılığını, 'ruh iklimini' yakalamış hatta şekillendirmiş, yaratmış sanatçılardır. Onlardan yayılan bir tek nağmede insanlar büyülenir, susar. Sessizlik doldurur her yeri. Müzik o sessizliğe işlenir. İnsan kendi içine döner. Derinleşir.
Acısını, hüznünü, kırgınlığını yaşar. Kendisiyle yüzleşir. Hesaplaşır her şeyle ve "haklıydım" der. Bu olağanüstü bir andır.
Bunu yeryüzünde sadece belli sanatçılar yaratır. Müzeyyen Senar onlardan biriydi.
Onunla güldük, ağladık. İç dünyamızı zenginleştirip derinleştirdi.
Bu o kadar böyledir ki, sahnenin değiştiği ve "her şey artık başka bir şey" dediğimiz bir anda, 1980'lerde o da sahneyi bıraktı. Sadece bu bile onun dünyayı, toplumu nasıl farklı bir gözle ve sezgiyle kavradığının en somut bir ifadesidir.
Kubbede kalan en hoş sedaydı!
*Başlığı İlhami Algör'ün romanının adından ödünç aldım...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA