Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Okumayan değil okuyamayan bir ülke

Bir yazı yazdım. Sencer Divitçioğlu'ndan bahsettim. Bu çok önemli entelektüelin, yakın arkadaşı İdris Küçükömer gibi askeri darbelere karışmadığını belirttim. 'hem de' dedim 'aralarındaki ilişkiye rağmen'. Bunun ondaki akademik niteliği gösterdiğini söyledim.
Yazımı okuyan bir siyaset bilimi master öğrencisi bana mektup göndermiş. Yazılarımı öteden beri okuduğunu belirtiyor. Eksik olmasın hakkımda çok güzel şeyler dile getirmiş. Ardından da 'siz' diyor 'Divitçioğlu'nun, darbelere karıştığını yazmışsınız. O darbelere bulaşmadı...'
Mektubu okuyunca gözlerim fal taşı gibi açıldı. Gidip yazıya baktım. Kılı kılına burada belirttiğim gibi yazmışım. İsteyen bulup okur. Beni bir düşüncedir aldı. Bu nasıl iştir diye düşündüm kendi kendime. Haydi diyelim bu genç insan yazımı alelacele okudu ve bir email yazdı. Böyle bir hataya düştü. Kabul etmem ama anlayabilirim. Hayatın hızı içinde olmuştur diyebilirim. Ama oturup bana bir mektup yazıyor. Bu, yazı yazmaya verdiği önemi gösteriyor. El yazısı ve mektup yavaşlıkla ilgili bir şeydir. Dikkat, ayrıntı özeni gerektirir. Bir iştir mektup yazmak. Bu genç arkadaşımız mektup yazarken bile bu hataya düştüğüne göre durum vahimden de vahim demektir.
Gerçekten çok ağır bir durumla karşı karşıyayız. İnsanlar okumuyorlar.
Okumak
bir metni eline alıp Kemal Tahir'in bir romanında birisine söylettiği gibi 'harfleri birbirine çarpmak' değildir. Okumak, yalnızca okuma eylemi değildir. Çok daha fazlasıdır. Zor bir iştir. İkili bir ilişkidir. Öncelikle gönüllü bir girişimdir. Metnin söylediklerini anlamak maksadıyla başlar okuma eylemi. Kimse kimseyi bir metni okumaya zorlayamaz. O gönüllülüğü gösterdiğinizde karşınızdaki metni anlamak maksadını da güdersiniz. Metni anlamak zorundasınızdır.

İKİLİ BİR İLİŞKİ
Bahsettiğim manadaki anlama mutlaka çok analitik yaklaşımların, büyük kültür birikimlerinin getirdiği, eldeki yazının çok ötesine giden yorumları içermek zorunda değildir. Öncelikle metnin düz anlamını, yüzeysel anlamını bulmayı gerektirir. Orada okurun hata yapmamak gibi bir mecburiyeti vardır. Okuduğu metnin anlamını çarpıtan insan ahlaki bir problemin içindedir. Bir kere onu anladıktan sonra yorumlarsınız. Katılırsınız, katılmazsınız. Bu demokratik hakkıdır insanın. Okumanın ikili bir ilişki oluşu da böylelikle gerçekleşir. Ama katılmadığınız noktada da nesnel olmak zorundasınız. Kendi getireceğiniz sağlam iddialarla o yazıyı eleştirebilirsiniz. Halbuki bu değil yapılan Türkiye'de. Gerçekten de Türkiye 'okumayan' değil 'okuyamayan' bir ülke. Yıllardır söylerim: Sokaktaki insanın okumaması sorun. Ama ondan daha büyük sorun şu yukarıda değindiğim örnekte olduğu gibi okuması gerekenlerin okuyamaması. Türkiye'de, sosyal bilimler eğitimi alan üniversitelere gidin. Bırakın felsefe kitaplarını. Öğrencilere Dostoyevski veya Tolstoy veya Faulkner romanı verin (evet, bir romandan söz ediyorum). Bunu, bir hafta içinde okuyup namusluca bitirmelerini belirtin. Okuyamazlar. Saatlerce süren okuma yeteneğimiz yok. Çünkü eğitim sistemimiz okumaya, okutmaya dayanmıyor. Ezberlemeye dayanıyor. O zaman sokaktaki adam neyi okuyacak, nasıl okuyacak?

DİYALOGDUR OKUMAK
Okumanın demokratik bir edim olduğunu belirttim. Diyalogdur okumak. Dediğim gibi, zorlamanın olmadığı, gönüllü seçmeye dayanan bir girişimdir. Bir yazarı tercih eder okursunuz. Tanıdığınız, bildiğiniz bir yazarsa okursunuz; tanıdığınız, bildiğiniz bir yazarsa okumazsınız. Halbuki açın o çok önemsenen sosyal siteleri. İki şeyle karşılaşacaksınız: anlaşılmayan, tersinden anlaşılan yazılar ya da küfür edilen yazarlar.
Geçenlerde gene bir yazı yazdım. Sonunda rakı sofralarını hiç sevmem dedim. Yazı gayet analitik olarak başka bir konuyu irdeliyordu. Bu da son cümlesiydi. Bir metafordu. Ama elbette yazının başıyla ilintiliydi. Birisi cevap yazmış. Bana diyor ki, bu yazıyı o son cümlesi için yazmış, bu 'aptes'li. Belli ki, o terbiye yoksunu zavallı kendisini ilerici biri sanıyor. Sanıyor! İlericiliğini de rakı sofrasında oturmakla bütünleştiriyor. Bir insanın aptesli olmayabileceğini, her şey olabileceğini, mesela içki sevebileceğini, istiyorsa çok sevebileceğini, her türlü içkiyi içebileceğini ama rakı sofralarından hoşlanmayacağını düşünemiyor.
Bu da diğer sıkıntımızı gösteriyor: önyargılar. Kabul ediyorum: insan bir yazıda bildiğini okur, istediğini görmeye çalışır. Bir yazıya karşı çıkmanın insanın egosunu rahatlatan bir yanı vardır. Son OD olaylarıyla ilgili bir yazı yazdım. Amerika'nın bölgeye bu günlerde gerçekleştirdiği müdahalenin arka planını kaynaklara dayanarak irdeleyen bir yazıydı. Gene birisi cevap verip 'hükümetin yaptıklarını unutup olayı Amerika üstünden okuma' diyor. Buyurun. Acaba bunu yazan hiç mahcup olmuyor mu derseniz, hayır olmuyor.
Bütün bunlar alt alta koyulunca anlaşılıyor ki, bizim iki büyük sorunumuz var. Birincisi okuyamıyoruz, ciddi bir okuma kısıtı içindeyiz. Bunu aşmamız gerekiyor. Çünkü bugün mesela mühendislik betonarme hesabı yapmak değildir. Bilgisayarlar yapıyor artık o işleri. Mühendislik büyük bir raporu okuyup oradan üç sayfalık bir uygulama planı çıkarmaktır. İkincisi, demokrasi konusundaki sıkıntımız burada da kendisini gösteriyor. Sistemik demokrasi, demokrasinin şekli hususiyetleri bakımından mesafeler alıyoruz. Ama demokrasinin öze dönük, ayrıntıya inmiş tutumları bakımından bir arpa boyu ilerlediğimiz bile söylenemez. Okuma konusundaki tutumumuz bunun dik alası bir işaret.
Vah bize!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA