Geçen gün bir arkadaşla Beşiktaş- Kadıköy vapuruna doğru yürümekteyiz. Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi'nin yanında geçerken (hani Mimar Sinan'ın imzasını taşıyan türbe) arkadaşım "Bak şu tarafında da mezarlık var" dedi.
Sonra konu değişti ama benim kafamda bir soru dönmeye başladı: Böyle türbelerin, camilerin çevresindeki özel diyebileceğimiz mezarlıklara bir isim verilirdi ama ne? Eve gidince kitapları karıştırdım ve buldum: 'Hazire'...
Hani sık sık dildeki erozyondan söz ediyoruz ya... İşte bu da ona bir örnek. Bugün 'mezarlık, kabir, kabristan' diyoruz. 'Makber' ise gündelik kullanımda yok. Abdülhak Hamit'in Makber şiirinden bestelenen Her Yer Karanlık şarkısı olmasa aklımıza makber kelimesi gelmeyecek Bir de 'metfen' sözcüğü var ki o hiç ortalıkta gözükmüyor.
Hazireyi ararken yitip giden, varlıklarını sözlüklerde sürdüren başka kelimelerle de karşılaştım.
Mesela Mevleviler ölenlere (ve mezarlıklara) 'susanlar, konuşmayanlar' anlamında 'hamuşan' diyorlar. İtiraz edeceksiniz: "Hamuşan, başlıklı roman var." Var da... Kaç kişi okudu? Kaç kişi hatırlıyor?
(Okumak deyince: Yere göğe koyamadığımız yüce milletimiz, telefonla günde 15 dakika konuşurken, kitap okumaya bir dakika ayırıyormuş. Bu da kişi başına düşen ortalama rakam! O süreyi de bendeniz gibi selüloz tarikatına umarsızca bağlı olanlar yükseltiyor. Yoksa ortalama 10 saniyeye düşecek.)
Neyse, devam edelim... Geçen haftalarda Osmanlı-Türk mezar taşlarını soyut heykele benzetmiştim ya... Bu doğru ama eksik bir anlatım. Çünkü mezar taşları 'figüratif' heykel ile soyut heykel arasında bir yerde konumlanır.
Evet, Osmanlı mezarlarında insan yüzü ve gövdesi kullanılmamıştır. Buna karşılık taşlar, gömülü kişi hakkında malumat yüklüdür.
Eskiler hangisinde kadın gömülü, hangisinde erkek anında bilirdi. Erkek mezar taşlarında sarık, kavuk, fes gibi kişinin toplumsal konumunu gösteren şekiller vardı. Mesela kavuğun diğerlerinden hayli büyük olması, müteveffanın sadrazam, vezir veya kaptanıderya olduğunu gösterirdi.
Yeniçeri mezarları biraz farklıydı. Bağlı oldukları bölüklerin damgaları yer alırdı taşta.
Tarikat mensuplarınınki de böyleydi: Tarikatın simgesi mezar taşına kazınırdı. Mesela Kadiri ve Nakşilerde stilize kirpik motifi olurdu. Ayrıca gül (sekiz yaprak) ve yıldız da (18 köşeli) yer yer alırdı.
Devir değişti. Böyle incelikler kalmadı. İstanbul'da 270 kadar mezarlık bulunuyor. Parası olan aileler gösterişli kabirler yaptırıyor. Ancak bunların pek azı estetik açıdan albenili. Çoğu "Biz zenginiz, anladınız mı" diye bağırmakta. Zarafetin sesi yankılanmıyor yeni mezarlıklarda...
***
Sevilmek isteyen bukalemun olsun
Herkes iş dünyasında, okulda, aile ve arkadaş çevresinde sevilen bir insan olmak ister. Bunun için nasıl biri olmamız gerektiğini az çok biliyoruz: Nazik konuşmak... Karşımızdakine değer vermek (mümkün olduğunca onu övmek)... Güler yüzlü olmak... Topluluğun temel değerlerine uyum sağlamak (mesela G.Saraylılar arasında 'Kanaryam güzel kuşum, ben sana vurulmuşum' şarkısını söylememek.)
İşte size üç ipucu daha. Bunlar da, yukarıdakiler gibi bilimsel deneylerle saptanmış 'kendini sevdirme' taktikleri:
Coğrafya kaderdir! Arkadaş olmak istediğiniz insanların bulunduğu mekanlara gidin: Kafe, kantin, yemekhane, stat, sinema vb... Çünkü insanlar gördüklerini, aşina olduklarını sevmeye hazırdır.
Ayna olun! Kendimize benzeyen kişileri sevme olasılığımız daha fazladır. O halde ilgilendiğiniz kişinin el ve yüz hareketlerini, oturuş şeklini taklit edin. "Ne yani bukalemun gibi mi olayım" diye itiraz etmeyin. Buna zaten psikolojide 'Bukalemun Etkisi' denmekte!
Rekabete girmeyin... Sevilmek istediğiniz topluluktaki insanlarla herhangi bir konuda rekabet etmeyin, laf yarıştırmayın, üstünlük taslamayın. Herhangi bir artınız varsa, mesela eğitiminiz daha iyiyse bu durumu diğerlerinin gözüne sokmayın.
Sabırlı olun: Onlar zaten seviyenizi anlayacak ve saygı duyacaktır.
***
Teşhirciler çağı
Bir zamanlar felsefe önemsenirdi. Ancak bilim ve teknolojideki 'giderek hızlanan' ilerleme, filozofların pabucunu dama attı.
Ama yine de toplum olarak nerede durduğumuzu ve nereye doğru gittiğimizi anlatacak düşünürlere ihtiyacımız var.
Güney Koreli olup çalışmalarını Avrupa üniversitelerinde sürdüren Byung-Chul Han bu çabayı gösteren bir fikir adamı, yazar, kültür kuramcısı.
Han 1959 doğumlu olduğu için internetsiz dönemi de biliyor. Analog (çevirmeli) masa telefonlarını, günde birkaç saat yayın yapan siyah-beyaz televizyonu, mektupla haberleşmeyi bizzat yaşamış biri.
'Şeffaflık, apaçıklık, teklifsizlik (senli benli olma durumu), enformasyon, ifşa, porno, kontrol'... Bunlar Han'ın çağdaş toplumu nitelerken kullandığı terimler. Ben en çok 'teşhirci toplum' demesini sevdim.
Teşhircilik illa da gizli uzuvları göstererek yapılmaz ki! Instagram veya Facebook'ta sadece yüzünü yayınlamak da teşhirci toplumun özelliği.
İşte Han'dan bazı saptamalar: "Var olabilmek, artık sergilenmekle mümkün... Kendine özgü olma durumu kalmadı; sergilenmeyen bir şeyin değeri yok... Sergilenen şeyin de (ki en temel sergi nesnesi insan yüzüdür) güzel ve dinç olması gerekmekte... Herkes kendi kendisinin reklamcısı olduğu bu toplumda, ilgi ürettiğin kadar varsın..."
Instagram şahittir ki adam doğru söylüyor. Türkiye'ye gelse de birlikte selfie çeksek.