Kendi tabiriyle 'tarih gazetecisi' Murat Bardakçı'nın iki efsane kitabı; Enver ve İttihadçı'nın Sandığı Turkuvaz Kitap etiketiyle yayınlandı. Her iki çalışma da Bardakçı'nın diğer eserleri gibi titizlikle işlenmiş konulardan, belgelerden oluşuyor. Kıvrak ve sıcak üslubuyla okuyucuyu tarihin derinliklerinde gezdiriyor.
İstanbul'da mütevazi bir ahşap evde başlayıp Hürriyet Kahramanlığı'na ve imparatorluğun en güçlü adamlığına uzanan ama ardından idam mahkûmluğuna ve sürgünlere kadar giden, 1922'de uzak diyarların haritalarda bile yeralmayan ücra bir tepesinde Rus süvarisinin namlusundan çıkan domdom kurşunu ile noktalanan 41 senelik macera dolu bir hayat Enver Paşa'nınki.
Enver Paşa Türkçü-Turancı mı, yoksa İslâmcı mı idi? İstiklâl Harbi yıllarında neler yapmıştı? Mustafa Kemal ile mektuplaşmaları... Sıkıntılar ve hayallerle dolu sürgün seneleri... Orta Asya'daki esareti ve uğradığı mağlûbiyet... Hanımı, büyük aşkı Naciye Sultan'a hasret satırları... Hepsi kitapta bütün detaylarıyla yer alıyor.
Bardakçı kitapta Enver Paşa'ya ilişkin şunları söylüyor: "Enver Paşa'nın hayatı, baş döndürücü bir maceradır. Aşk, savaş, kan, gözyaşı, hırs, intikam ve birbirine zıt daha dünya kadar kavram ile dolu, üstelik sadece 41 seneye sığmış ama mağlûbiyetle neticelenmiş bir macera... Maceranın ayrıntılarına girmeden söyleyeyim: Enver Paşa'nın çoğu burada ilk defa yayınlanan özel evrakına ve birinci derece kaynaklara dayanan bu kitap bir Enver Paşa biyografisi değil, Enver'in 1918'in 1 Kasım gecesi Türkiye'yi terketmesi ile başlayan ve hayatını 1922'nin 4 Ağustos'unda Orta Asya'nın ücra bir tepesinde noktalamasına kadar devam eden gurbetinin hikâyesidir. (...) Şimdiye kadar yayınlanmamış olan bu mektupları Enver'in hacmi iki katına çıkacağı için buraya dahil etmedim; tam metinlerini önümüzdeki günlerde 'Naciyem, rûhum, efendim!' isimli ayrı bir kitap halinde neşredeceğim."
Kitapta yer alan bölümleri ise şöyle anlatıyor Bardakçı: "Kitabın ilk üç bölümünde, Enver Paşa'nın hayat macerasının doğumundan 1918'in 1 Kasım gecesi Türkiye'den ayrılmasına kadar olan kısmını, yalnızca önemli noktalara dikkat çekerek ve çoğu daha önce yayınlanmamış bazı belgeleri naklederek kısa şekilde anlattım; daha sonra asıl konuyu, yani Paşa'nın Almanya, Rusya ve Orta Asya sürgünü ve nihayet ölümü ile noktalanan Orta Asya macerasını ele aldım.
Paşa'nın hayatının 1918 öncesini teferruatlı şekilde yazmama zaten gerek yoktu; zira o dönem o günleri bizzat yaşamış olan Şevket Süreyya Aydemir'in benzerinin ortaya konması artık çok zor, hattâ imkânsız gibi olan 'Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa" isimli üç ciltlik büyük eserinde ayrıntılarıyla anlatılmıştı. Yayınlayacağım 'Naciyem, rûhum, efendim!", Enver Paşa'nın şimdiye kadar bilinmeyen, eksik kalan yahut yanlış bilinen gurbet macerasının ve aynı zamanda kitabın bizzat Enver tarafından tamamlanması gibi mütalâa edilebilir..."
ENVER PAŞA TEK BAŞINA YENİLMEDİ
"Enver Paşa'nın Makedonya Dağları'nda başlayan ve yine dağlarda ama bu defa çok uzak bir iklimin dağlarında, Pamir'in eteklerindeki Âbıderyâ köyünde kurşun ile noktalanan ve son perdesi Çegan Tepesi'nde inen macerasının neticesi, sözü hiç dolandırmadan söylemek gerekirse, tam bir mağlûbiyet idi! Enver Paşa yenildi, hem de ağır, çok ağır bir yenilgiye uğradı, tarihe galip değil, mağlûp olarak geçti; hayalleri ve yapmak istedikleri macera, mücadele, savaş, oyun, kumar yahut başka ne şekilde isimlendirilirse isimlendirilsin, hepsini kaybetti! (...) Enver'in mağlûbiyetini sadece onun yenilgisi olarak mütalâa etmek, mağlûbiyetten sonraki senelerdeki faaliyetlerini Dünya Savaşı'nın Enver ile beraber mağlûbu olan İttihad ve Terakki'nin ayakta kalma çabalarından ve bir türlü bitmek bilmeyen iktidar mücadelelerinden ayrı görmek, noksan bir değerlendirme olur.
İTTİHAD VE TERAKKİ'NİN SIRLARI
İttihadçı'nın Sandığı aslında bir yıkılışın ve hüznün hikâyesidir. Kitapta yer alan mektuplardan bazıları imparatorluğun son devrine damgasını vurmuş kişilere iktidarda bulundukları dönemde menfaat maksadıyla ne şekilde ve ne maksatlarla yaklaşıldığını göstermesinin yanı sıra, lider kadronun savaş sonrasındaki faaliyetlerini, temaslarını ve hatta uğradıkları şaşkınlıkları da göstermektedir.
İttihadçılar, özel yazışmalarından da görüldüğü gibi, savaş sonrasında tuhaf bir hâlet-i ruhiye içerisine girmişlerdir: Hiçbiri geçmişte hata edip etmediklerini düşünmemekte ve on yıl boyunca tek hâkimi oldukları Türkiye'nin dünya savaşında yenildiğinin, üstelik ciddî ve son derece ağır bir bozguna uğradığının farkında değil gibidirler. Bu farkında olmamazlıkları yenilgiyi geçici görüp kabullenmek istememelerinden veya memleketi düştüğü vaziyetten kurtarmanın yine sadece kendileri ile mümkün olduğuna inanmalarından yahut başka düşüncelerden, meselâ mağlûbiyetin getirdiği büyük ve ağır şaşkınlıktan kaynaklanıyor olabilir.
Bu yüzdendir ki, bir-iki sene öncesine kadar yaşanan kanlı savaşta karşı cephelerde oldukları düşmanlarla mütarekeden sonra temastan çekinmemekte ve terketmek zorunda kaldıkları Türkiye'de bir şeyler yapabilme hülyası içerisinde bulunmaktadırlar. Meselâ, Enver Paşa Berlin'de her milletten yetkililer ile buluşup gelecek hakkında fikir teatisinde bulunmaktadır. Cemal Paşa savaş suçlusu olarak tutuklanmaktan çekinmeden gerçek adı ile gittiği Paris'te Fransa'nın üst seviyedeki idarecileri ve yüksek rütbeli askerleri ile temaslar yapmakta; Cavid Bey, İsmail Canbulat ve diğer önemli isimler de müttefik politikacılar ile sık sık bir araya gelmektedir.
Sürgündeki İttihadçılar, kendilerine yönelik tehditleri ve tehlikeleri de umursamaz bir kadercilik içerisindedirler. Müttefikler tarafından tutuklanma yahut Ermeni teröristlerin hedefi olma endişesi yüzünden gerçi artık isimlerini ve hatta sakallarını ve bıyıklarını da keserek görüntülerini bile değiştirmişlerdir ama en basit emniyet tedbirlerini almaktan uzak gibidirler. Meselâ, savaş sonrasında gittiği Berlin'de Ali Sâî takma adı ile yaşamakta olan Talât Paşa'ya gönderilen ve bir kısmı önde gelen İttihadçılar tarafından yazılan mektuplarla kartpostalların adres kısımlarına Herrn Ali Sâî Bey yahut Ekselâns Talaat Pasha yazılması ya inanılmaz bir fütursuzluğun yahut keskin bir kaderciliğin eseridir.
Meselenin daha da tuhaf tarafı, sürgündeki İttihadçılar'ın Ermeniler'in suikast hazırlıklarını işitmiş ve ölüm listeleri hazırladıklarını da haber almış olmalarına rağmen ciddî tedbirlere ihtiyaç duymamalarıdır.
1922'de Fransa'da bulunan Cavid Bey, o günlerde İtalya'da yaşayan İsmail Canbulat'a gönderdiği mektuplarının bazılarında bu listelerden bahsetmektedir:
"...Komiserle görüştüm. Bunu sana mahrem olarak yazıyorum, kimseye bahsetme. Liste meselesi muhakkaktır. Gördüğüm evraka nazaran şüpheye mahal kalmamıştır. Ben dahi olunca artık hariçte kimse kalmadığını da anlarsın. Burası listedeki esâmîyi bilmiyor. Takyîd, fırsat, ötesi Allah'a kalmış. Olacak olur" (15 Nisan 1922 tarihli mektup).