"Saçı, başı dağınık; kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahu Tealâ onları doğrulamak için o şeyi var eder..." Bu sahih hadis-i şerif böyle tanımlıyor onları... Bu coğrafyada sosyal hayatın bir parçası olan, bin bir sır saklayan divaneler, kıssalarıyla dilden dile yayılmışlar. "Harabat ehli" de der eskiler onlar için. Harabede açan çiçeklerdir onlar. Kimi zaman hep aynı şeyi söylerler. Kalpten dinleyen kendine ders çıkarır, öğüdü kapar! Nerede kalıp ne yiyip ne içtikleri, nereden gelip nereye gittikleri belli olmaz... "Yoldan gelip yola gideriz" derler.
İşte doktor-yazar Serhat Onur İstanbul'un en manevi semtlerinden Üsküdar'ın manevi eski manevi divanelerini araştırdı ve Üsküdar'ın 'Meczubları' adında bir kitap yazdı. Onur'a kimi zaman tanıklıklarıyla, kimi zaman da bilgisiyle yol gösteren ise Türkiye'nin en büyük neyzeni Niyazi Sayın oldu.
ALLAH'IN DOSTLARI
Onur kitabın hikâyesini anlatmaya 'meczub' kavramın açıklayarak başlıyor: "Kendine çekmek, yaklaştırmak' anlamındaki 'cezb' kökünden türeyen meczub kelimesi, sözlük anlamı olarak; "cezbolunmuş, Allah sevgisinden dolayı cezbeye tutularak kendinden geçmiş, deli, divâne, mecnun" şeklinde târif edilmiştir. Tasavvufî mânâda ise, bir daha kendine gelmemek üzere Allah'ın ânîden kendine çektiği, dost edindiği ve dâimî sûrette huzûrunda bulundurduğu velîleri tanımlamak için kullanılmıştır. Delilikle velîlik arasındaki ince çizgide gidip gelen meczubların bir kısmına da, kendisini meczub gösteren akıllı anlamına gelen 'Âkil-i Meczubnümâ' denir ki, bu zevat halkın teveccühünden kurtulmak için kendilerini meczub göstermektedir. Biz de o yüzden, bu istisnâî şahsiyetlerin hepsini meczublar başlığı altında toplamayı uygun gördük."
EFSUNLU ÜSKÜDAR
Kitabın içeriğini şöyle detaylandırıyor Onur: "19. yy'a kadar Avrupa kıtasında akıl hastaları, ruhları şeytan tarafından gasp edilmiş yaratıklar olarak görülür, içindeki şeytan çıksın diye türlü işkence yapılır ve öldürülürdü. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeyse bu insanlar, Hakk'ın cezbesine kapılmış özel şahsiyetler olarak görülür, toplum içinde onlara şefkatli ve müşfik bir şekilde davranılır, dışlanmaz, her dâim yardım edilir ve ağır olanlarıysa hastanelerde mûsıkî başta olmak üzere birçok tedâvî yöntemi ile iyileştirilmeye çalışılırdı. Kethüdâzâde Ârif'in 'Ne vakit Üsküdar'a geçsem aklıma âhiret gelir' sözünü tasdik eden zâhirî ve bâtınî bir hayâtın hâkim olduğu Üsküdar'ın bâzı sâkinleri, bu atmosferden daha çok etkilenmiş ve o sakinliklerinden eser kalmayarak 'Meczub' sıfatını hak eden bir hayat sürmüşlerdir. Acaba Üsküdar mı onları bu hâle getirmişti, yoksa onlar mı Üsküdar'a gelmişti? Osmanlı İmparatorluğu'nun son 50 yılındaki en meşhur akıl hastahânesinin, Üsküdar Atik Vâlide Külliyesi'nde yer alan Toptaşı Bîmarhânesi olması da bir tesâdüf müdür acaba?
TAKUNYACI KEMAL
TENİS SEVEN BİR DİVANE
Sait Paşa İmamı Hasan Rıza'nın üçüncü hanımı Abdullah kızı Zenci Hasibe Hanım'dan doğma oğlu olup, Üsküdar Uncular'da, şu anda elektrik malzemeleri satan dükkânda takunyacılık yaparmış. Düzgünmanlar'ın attar dükkânına da sık gelirmiş. Buranın müdâvimleri, Takunyacı dükkâna gelince buyur ederler, sesinin kötü olduğunu bilmelerine rağmen mûziplik olsun diye;
Niyazi Sayın'ın evinde: Takunyacı Kemal ve dâmadı Erdoğan. "Hadi Kemal abi o güzel sesinle bir gazel söyle dermiş. O da büyük bir gazelhan edâsıyla başlarmış gazel okumaya. Bu sırada da attar dükkânındakileri alırmış bir gülme, ama çaktırmadan. Oldukça esmer olan Takunyacı Kemal'in çok sevdiği Sakız cinsi koyunları varmış. Niyazi Sayın Hoca, Takunyacı'nın Sakız koyunlarının iplerini tutarak, Üsküdar çarşısında dolaştırdığına çok defalar şâhit olmuş. Önde Takunyacı Kemal, arkada koyunları. Yolda yürürken âniden etrâfında 360 derece döner sonra yine yoluna devam edermiş.
Niyazi Sayın'ın tenis merâkı, hocayı hiç ummadığı bir şekilde Takunyacı Kemal ile buluşturur. Nasıl mı? Hoca'nın Maçka'daki Tenis Kulübü'nde ilk antrenörü Vasili olup, ilk tenis derslerini ve bu sporun inceliklerini ondan öğrenir. Vasili'nin kulüpten ayrılmasıyla, yerine Erdoğan Hoca gelir. Niyazi Sayın, ondan da raket yapımını, barsak kordlarının rakette nasıl gerildiğini öğrenir. Erdoğan Hoca ile bir gün yaptıkları sohbet esnâsında, Üsküdar'dan tanıdığı Takunyacı Kemal'in Erdoğan'ın kayınpederi olduğunu öğrenir ve çok şaşırır. İlerleyen günlerde de Takunyacı, kızı ve dâmadı Erdoğan, Niyazi Sayın'ı evinde ziyâret ederler. Bu ziyâretin hâtırası fotoğraflar Niyazi Sayın Hocamızın arşivindedir.
MORTOCU SALİH
GÖNÜLLÜ CENAZE TAŞIYICISI
Mortocu (ölü taşıyıcısı) lakaplı Salih, Üsküdar'daki bütün cenâzeleri tâkip eder, mevtâların defnolacağı kabristanları öğrenir ve onları taşıyarak 3-5 kuruş bahşiş alırmış. Zeynep Kâmil'e çıkarken Çavuşdere'ye doğru giden sokakta bulunan bir handa merdiven altında yatar kalkarmış.
Her sabah kaldığı handan Kahveci Nedret'e gelir ve ona, "Bugün nerede cenâze var?" diye sorarmış. O da muzip ya, bâzı günler Edirnekapı'daki tüm cenâzeleri Karacaahmet'te defnolunacak diye söylermiş. Salih koşarak bir sevinçle Karacaahmet'e gider öğlen namazını beklermiş.
Gelen giden olmayınca bekleyiş ikindi namazına sarkar, ikindi ezanı okunur fakat ortada yine mevtâ yok. Salih gittiği kabristandan eli boş dönünce çok sinirlenir ve Kahveci Nedret'in dükkânının önüne gelip "Eşşolu eşşek" diye bağırır sonra yürür gidermiş.
Kahveci Nedret'in dükkânı dışında, Düzgünmanlar'ın attar dükkânına da her gün uğrayıp cenâze levâzımı satılıp satılmadığını sorar, eğer satılmış ise koşarak Karacaahmet'e gider, satılmamış ise de Mustafa Düzgünman'a gazeteden vefat îlânlarını okutur ve Karacaahmet Kabristanı'ndaki definleri öğrenirmiş. Bâzen de Mustafa Düzgünman, Salih'i kızdırmak için, hiç cenâze levâzımı satılmadığı halde, 7-8 tâne sattıklarını söyleyince, Mortocu Salih'in ağzı kulaklarına varır, çok sevinir ve heyecanla "Ulan Mustafa, kurbanın olayım. Allah aşkına doğru söyle" dermiş. Hiç cenâze levâzımı satılmadığını öğrenince ise çok sinirlenir ve yakası açılmadık küfürleri arka arkaya sıralarmış.
DUÂCI ARAB
GÖNÜL DİLİYLE KONUŞUYORDU
Dilsiz olan Arab, Aziz Mahmud Hüdâî'nin dik yokuşunda Sabahattin'in meyhânesi civârında ellerini Hazreti Hüdâî'ye doğru açar ve duâ edermiş. Yine böyle bir gün duâ ederken İskele Câmii İmamı Nafiz Hoca oradan geçiyormuş. Dilsiz, çok iyi tanıdığı hocayı görünce duâyı âniden kesmiş, eliyle ağzını ve midesini göstererek aç olduğunu anlatmaya çalışmış. Nafiz Hoca bunun üzerine almış Duâcı Arab'ı Üsküdar'daki Bulgar Sütçü'ye götürmüş. Cebindeki bütün para 5 kuruş olup, onunla poğaça ve süt alıp, dilsizin karnını doyurmuş. Dilsiz çok memnun olmuş ve ellerini açıp öyle içten bir duâ etmiş ki, o gün akşama kadar Nafiz Amca'nın İskele (Mihrimah Sultan) Câmii'ndeki odası, öteberi ile dolmuş taşmış. Muvakkithânenin hiçbir zaman böyle dolup taşmadığını söylemiş Nafiz Amca.