Geçtiğimiz günlerde sonsuzluğa uğurladığımız, Türk gazeteciliğinin duayen ismi, rengarenk ve dopdolu bir hayat yaşayan Mehmet Barlas'ın anıları aslında Türkiye'yi anlatıyordu. Kendisiyle 2018'de Dün Dündür adında bir nehir söyleşi kitabı hazırlamış ve görmüştük ki, Barlas sadece Türk siyasi tarihinin değil, kültür tarihimiz için de kilit role sahip bir isimdi... Türkiye'nin en kıdemli siyaset yazarlarından olsa da hayatı siyasetten ibaret değildi. Etrafında her renkten, her tarzdan insan vardı. Dostluklarına çok kıymet verirdi... Memleketi Gaziantep'i, aşığı olduğu İstanbul'u, ikinci evim dediği Bodrum'u da konuşmuştuk kendisiyle, Türk siyasi tarihine yön veren isimleri de, müziğin ve sanatın her türlüsünü de... Bu kitapla birlikte geride güzel anılar bıraktı bize Barlas... İşte Dün Dündür kitabına aldığımız yüzlerce anıdan, bu sayfalara sığdırabildiğimiz birkaç anekdot...
BERTRAND RUSSEL'LE BİRLİKTE EYLEME KATILDIM
"İngiltere'de kaldığım dönem hafta sonları Londra'ya inerdim. Farklı milletlerden insanların kaldığı bir yurt vardı. Yürüyüş olduğunu söylediler, nükleer silahsızlanma için... Binden fazla kişi vardı: Arjantinliler, Brezilyalılar, Yunanlar... Türk olarak da ben! Çok heyecanlı bir öğrenci grubuydu. Meşhur matematikçi filozof Bertrand Russell bizimle beraber 500-600 metre kadar yürüdü. O zaman çok yaşlıydı tabii. Biz yürüyoruz, bazı çocuklar gitar çalıyor falan... Etrafta polisleri görünce, 'Tamam' dedim, 'kesin yakalanıp sınır dışı edileceğim.' Çünkü bizde öyleydi. Oysa polislerin tek istediği trafiği aksatmamamızmış. Başbakanlığın olduğu binaya yaklaştığımızda biri kapıya bildiri asmak istedi, devlet malına zarar verdiği için polis anında tutukladı. (Gülüyor.)"
CHP'Lİ BABANIN DEMOKRAT PARTİLİ OĞLU
"Babam CHP bakanlarındandı biliyorsunuz... 1950'ler, ilkokuldayım... Adnan Menderes'in oğullarından biri bizim okuldaydı. Babalarından ötürü sınıfın çoğunluğu Demokrat Partiliydi. Sonra ben de Demokrat Parti'yi sevdim içten içe... 1950'de ilk serbest genel seçim yapıldı. O sırada yuvarlak cep aynaları vardı. Arkalarında parti flamaları olurdu. Halk Partisi'ninkinde altı ok, Demokrat Parti'de de DP harfleri... Ben de o aynalardan aldım. DP olandan. Eve geldim, 'Bak baba, ne aldım' dedim. Güldü tabii!"
HİÇBİR ZAMAN 'BEYAZ TÜRK' OLMADIM, KİMSEYE TEPEDEN BAKMADIM!
- Sizce Demokrat Parti dönemini nasıl yaşadı Türkiye? İçindeyken tam tahlil edemeseniz de, o dönemi yıllar sonraki tecrübelerinizle nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Demokrat Parti, o zamana kadar görmediğimiz, hissetmediğimiz bir yapıydı. Tam olarak ne olduğunu daha sonra anladım. DP köylüyü harekete geçirmişti ve durgun bir kesim kente akmaya başladı. İstanbul'un 1950'de 850 bin olan nüfusu, 1960'ta 1 milyon 600 bin, 1970'te 2 milyon 800 bin oldu. Burhan Felek, "Halk geldi, vatandaş artık rahatça denize giremiyor," diye yazmıştı, öyle bir şey.
- O zamanki seçkinci bakışa siz de katılıyor muydunuz?
- Asla, beni niye rahatsız etsin ki kendi ülkemin insanı! Bugün de yansımalarını gördüğümüz çok tepeden bir bakış bu çünkü... Beyaz Türkler işte... Hep vardılar.
- Nasıl bir anlayış olageldi bu Beyaz Türklük, adı yıllar sonra konulmuş olsa bile?
- "Eski kentli" diye bir kavram var. Osmanlı'da burjuvazi azınlıklardı: Ermeniler, Rumlar, bankerler... 1915'te Ermeniler gittiler önce. 1923'ten itibaren de Rumlar gitti, derken onların yerini Türk 55 burjuvazisi aldı. Sermaye sınıfı oluştu. Bu inşa devlet eliyle yapıldı. Bu, devlet eliyle zengin edilen kesime mensup olanlar kendilerini Türkiye'nin sahibi sandılar. Yani bürokrasi ve TÜSİAD'ın temsil ettiği sermayeden bahsediyorum. "Bize sorulmadan hiçbir şey yapılamaz," diyorlardı. Kendi güçlerine çok inanıyorlardı. Darbeleri bunlar yaptırdılar, bütün ekonomik kararlarda etkileri vardı. Şöyle bir 28 Şubat postmodern darbesine bakın, kimler zengin olmuş, kimler dünya kadar ihale almış... Bir sürü basın patronu dağılım ihalelerini aldı o dönem.
- Pırıltılı, varlıklı bir ailede büyüyorsunuz ve çevrenizde "Beyaz Türk" denebilecek insanlar var, ama siz hiç öyle hissetmemişsiniz...
- Hiçbir zaman. Baktığınızda babamın dedesi öğretmen, dedem Yargıtay üyesi, hâkim. Babam, hukukçu, bakan, gazeteci... Ama bizim ailede kimse topluma tepeden bakmadı. Babam da öyle bir insan değildi. Anadolu'yu tanır ve severdi. Özümüz Anadolu zaten. Ailece önyargımız olmadı hiç kimseye karşı.
DİNDAR İNSANLAR BENİ SEVDİ, ÇÜNKÜ...
- Dindar bir aile geleneğinden gelmeseniz de, dindar insanlar tarafından sevildiniz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- Bu ülkeyi, buranın insanını sevmeme bağlıyorum. Ve bunu da yazdıklarımla açık etmişimdir her zaman. Çok keyifli bir ülke burası. Hem Anadolu kültürü var hem kökler Orta Asya'ya, hatta yer yer Mezopotamya'ya dayanıyor. Hepsi birleşmiş. İbrahim Tatlıses hem Anadolu'dur hem de Mezopotamya'dır. Kürtler olmasa bu ülkede bu kadar renk olur mu, şiirler olur mu, halk oyunları olur mu? Veya Balkanlar'ın çoksesliliği olmasa... 1860'larda Kafkasya bu topraklara göç etmiş. Çerkes köyleri var, Pir Sultan Abdal var, Âşık Veysel var. Bu ülkeyi, insanını sevmek için nedenler öyle çok ki. Kimseyi, kimsenin hayatını ve inancını küçük görmemek lazım.
ERDOĞAN CEZAEVİNDE DİMDİKTİ
- Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi yolculuğuna baktığınız zaman, siyaset yazarlığının duayeni olarak nasıl bir istikamet görüyorsunuz?
- İstanbul belediye başkanı olduğu zaman farkına vardık Erdoğan'ın. Ben onunla açık oturumlara çıkardım. Farklı bir insandı. O zaman Milli Görüş'ün tam göbeğindeydi. Yeteneğini belediye başkanlığında gördük. Bir anda barajların yapımına başlanması, çöp yığınlarının yok edilmesi... Bunlar, o kadar kısa bir zamanda başarılacak işler değildi. Defalarca görüştük belediye başkanlığı esnasında. Çok da sevilecek bir insan. Her neyse, ardından 28 Şubat geldi çöktü üstümüze. Eşimle bir çeşit soyadı kırımı yaşadık, yazılarımıza son verildi. Recep Tayyip Erdoğan da hapse girdi.
- Cezaevinde ziyaret ettiniz mi kendisini?
- Tabii ki. Türkiye'de siyasetçinin kaderini anlattım. Babamın da hapis yattığını söyledim. Kendi başımdan geçenleri de paylaştım.
- Cezaevindeki ruh hali nasıldı?
- İnanılmazdı, sanki hapiste değil gibiydi. Dışarıda onu bekleyen kuyruklar olurdu, ziyaretine gelirlerdi. Hapishanenin sahibi gibiydi. Zerre eziklik duygusu hissetmedim kendisinde. Daha sonraları tanık olacağımız gibi, o zamanlar, hapisteyken bile dimdikti.
- Bütün bu tecrübelerinizin ışığında Recep Tayyip Erdoğan'da gördüğünüz siyasi ışıltı neydi?
- Turan Güneş, benim çok beğendiğim bir politikacıydı. "Bizim yapımız çok farklı, diğer insanlara benzemeyiz," derdi. Gerçek bir siyasetçi diğer insanlara benzemiyor. Yani hastalık falan filan teferruat oluyor. Rahmetli İnönü çok yaşlıyken, üstelik prostat gibi ağır hastalıkları varken bile, Cumhuriyet Halk Partisi Meclisi'ne başkanlık ederdi. Recep Tayyip Erdoğan'da da o türden bir siyasetçi erdemi, deyim yerindeyse siyasetçi geni var. Birinci mesele o. İkincisi, çok içten, dost bir insan. Ben yaşça kendisinden büyük olduğum için bana "ağabey" der. Buluştuğumuz zaman en içten duygularını ifade eder, ben de ona ne kadar sevgi ve saygı duyduğumu mutlaka dile getiririm. Eleştiriye açık bir insan bir de. Doğru bulmadığı pek çok şeyi bile gülümseyerek karşılayabiliyor...
KEMAL TAHİR'LE AJDA PEKKAN'I İZLEMEYE GİTTİK
"Babamın dostlarından Kemal Tahir'le 13-14 yaşlarımdayken tanıştım. Her dakika beraberlerdi babamla, bir ekiptiler. Sabahattin Selek, Kemal Tahir, Tahir Alangu... Hatta şöyle diyordu bana Kemal Tahir: "Herkesin babası ona para mirası bırakır, senin baban bizi miras bıraktı sana." Tahir'in kişiliğinde beni en çok etkileyen özellik, hayata küsmemiş olmasıydı. Ben on iki sene haksız yere hapis yatsam herkesten nefret ederdim. Üstelik sanatım yüzünden. Nâzım Hikmet gibi, o da hayata küsmemişti, insanları seviyordu. Her şey konuşulurdu bizim evde Kemal Tahir'le. Siyasetten sanata aklınıza gelebilecek her şey... Biz daha sonraları arkadaş olduk onunla. Aziz Nesin'le sofralar kurardı Kadıköy'de, Lozan Kulüp'te. Kemal Tahir'le oraya çok gittik. Ajda Pekkan'ı da ilk defa orada dinledik mesela. Ajda Pekkan o zaman 12 yaşındaydı. Annesi getirmiş meğer, sahneye çıkıp şarkı söyledi."
BABAM BENİ İNGİLTERE'YE SÜRGÜNE GÖNDERDİ!
"Üniversitede siyasetin bizzat içindeydim. Fazlasıyla. (Gülüyor.) 28 Nisan 1960 olayları'nda ben de vardım. Sırtımda bayraklarla ben de dövüştüm. Karşıdan polis ateş ettiğinde, ben de taş atıyordum. Öğrenci politikacısı oldum, Milli Gençlik Teşkilatı'nın gazetesini çıkardım. Ben o kadar kavga ettim ki sonunda babam beni zorla genel sekreterlikten istifa ettirdi ve işçi olarak çalışmam için İngiltere'de bir fabrikaya gönderdi.Sürgün sayılırdı gerçekten. Öğrenci politikacısı olmayayım, öldürülmeyeyim diye gönderildim. Çünkü öldürülen arkadaşlarım oldu o dönem. İşçiydim. Petrol kuyularına malzeme üreten çok büyük bir fabrikada çalıştım. Torna tezgâhında, montajda... Dört ay kaldım. 'Kal' dedi müdür. Babamı arayıp, 'Gelmek istemiyorum' dedim. 'Yok, imtihan zamanın geliyor,' dedi. Gelince üniversiteye devam ettim."
ULAŞTIRMA BAKANI BİZİM EVDE KARISINDAN DAYAK YEDİ!
"Evde sürekli alaturka müzik dinlenirdi. Hiç unutmam, bir gece şarkıcı Mualla Mukadder Atakan gelmişti, çok güzel, çok meşhur bir kadındı. O şarkı söyleyip saz çalıyor, biz de babamın arkadaşlarıyla dinliyoruz. Bakanlar da orada tabii... Kemal Satır'ı hatırlıyorum. Adanalıydı. Hem çapkın hem yakışıklı bir adamdı. Mualla Mukadder'in dizinin dibine oturmuş, ona hayran hayran bakıyor, arada bir de elini tutmaya teşebbüs ediyordu. Eşi Memduha Hanım "Kemal, gel buraya!" diye seslendi bir. Bakan kalktı gitti. Tokat sesleri geldi. Döndüğünde iki yanağı da kıpkırmızıydı. Ulaştırma Bakanı'nın karısından dayak yediğini gördüm ben!"
İSMET İNÖNÜ YANAĞIMDAN MAKAS ALIRDI!
Babam bir gün hipodroma giderken beni de yanında götürdü. Ortalıkta dolaşmaya başladım. Derken polisler geldi yanıma. Ödüm patladı tabii, bir şey mi oldu diye... Meğer İnönü beni görmek istiyormuş. Şeref tribününe aldılar beni. Yanağımdan makas aldı. İnönü'yü ilk orada gördüm. Ama en iyi hatırladığım dönem daha sonraları... Ben gazeteciyim. O da 1965 seçimlerinde felaket yenilmiş. CHP yüzde 24'le tarihinin en düşük oyunu almış. Ben Ankara'ya gittim, onunla mülakat yapmaya. Yine yanağımı okşadı, 'Gel bakalım Cemil Sait'in oğlu,' dedi. Mülakat yaparken hiç not almıyordum. "Niye yazmıyorsun?" diye sordu, "Paşam, ben hatırlarım," dedim. 'Olmaz,' dedi, 'Gazeteye göndermeden önce yazıyı bana göstereceksin!' Ertesi gün çıkacaktı yazı. Yazdım ve öğlen ikide gittim yanına. Kapıyı eşi Mevhibe Hanım açtı ve İnönü'nün uyuduğunu söyledi. 'Görmem şart,' diye ısrar ettim. 'Çık o zaman yanına!' dedi. Yukarıya, yatak odasına çıktım; uyuyordu. Bardağın yanına takma dişlerini koymuş... Başını okşayıp uyandırdım. 'Paşam, buyurun okuyun,' dedim. Gözlüğünü taktı, okudu, sonra da 'Tamam, git!' dedi.