Salt'ta açılan Sahnede 90'lar sergisinde bir haber kupürü var. 1991 tarihli haber, Feshane'nin çağdaş sanat müzesi olacağını müjdeliyor. Henüz Türkiye'de çağdaş sanatın tam olarak anlaşılamadığı yıllar. Ki şimdilerde 35. yılını kutlayan İstanbul Bienali başlayalı da henüz dört yıl olmuş. Gazetelerde tartışmalar yaşanıyor, hem de sanatçılar arasında "Bienal yapılmalı mı yapılmamalı mı?" diye...
12 Eylül askeri darbesinin, ülkenin silindir gibi geçmesinin üzerinden çok değil 10 yıl geçmiş. Lakin ülke yavaş yavaş silkinmeye çalışıyor. Toplum her anlamda bir sivilleşme arzusu içerisinde. Türkiye kentli bir ülke olmuş. Sivil hayatın birçok alanında olduğu gibi sanat dünyasında da farklı disiplinler arasında bir karmaşa aynı zamanda bir kaynaşma bir diyalog hali vardı. Salt'daki Sahnede 90'lar sergisi buna odaklanıyor biraz da, 90'lı yılların ruhunu hatırlatarak.
İKSV'nin düzenlediği 17. İstanbul Bienali ise tam olarak isimlendirmese de farklı anlamda yeniden bir sivilleşme üzerine düşünmeye ihtiyacımız olduğunu hatırlatıyor. Dünyanın gidişatıyla ilgili karar vericilerin iklim krizi gibi bir sorun karşısında bile mış gibi davranması karşısında, artık her türlü sivil inisiyatifin sesinin daha gür çıkarması gerektiğini vurguluyor.
Peki bu nasıl yapılacak? İşte, pandemi sücecindeki deneyimden yola çıkarak, sokağa daha fazla taşarak, daha fazla insana ulaşmaya çalışarak, birlikte bir şeyler yapmanın yöntemlerini bulmak için bizi durup düşünmeye davet ediyor bienal. Kimi işlerin geçmişi hatırlatması, kimilerinin ekolojiyle ilgili olması, kimilerinin güncel sıkıntıların bizi nasıl hırpaladığını ve tek boyutlu düşünmeye hapsettiğini göstermesi de biraz bu yüzden... Mekan olarak, katılımcı olarak, disiplin farklılığı olarak bu bienalin bu kadar çeşitlilik göstermesinin nedeni bu.
Öte yandan Salt'taki sergiyle bu durumu düşününce bu durum umut da veriyor insana. Malum 90'ların o karmaşa ve kaynaşma halinden 2000'li yıllarda kültür sanat dünyası kendine çok iyi bir yol çizebilmişti. Çok önemli müzeler açıldı, kültür sanat, hayatın her alanında varlık gösterir oldu. Ki bu durum İstanbul'un 2010'da Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla da taçlandırıldı. Böylece İstanbul kültür sanat alanında dünyanın önemli bir şehri olarak tescillendi.
Sonrasında ivme düşse de 2017'de tekrar şehir potansiyelini yeniden değerlendirir oldu. 2019'da tekrar dünyanın gözü İstanbul'a çevrilmişti. Lakin pandemi araya girdi... Ama pandemide kültür sanatın insanlığın yeni bir gelecek inşa ederken ilham alacağı ortak noktası olduğu da görüldü.
Beyoğlu'ndaki Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde ismini Hale Tenger'in bir eserinden alan Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet sergisi de bunun için önemli. Pandemi sürecinde dünyanın her yerinde iyice keskinleşen adalet arayışına bakıyor. Bu arayışta kültürün, sanatın nasıl mağdurlar arasında bir diyalog ortamı olduğunu anlamamızı sağlıyor.
Bu sergiden Emirgan'daki Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki Agnes Denes'in mekana özgü eseri Yaşayan Piramit'e gidildiğinde, Denes'in manifestosundaki "Gerçekliği görebilmek ve yine de hayal kurabilmek varoluşun önemini veya önemsizliğini bilmek istemek sonsuz arayıştan vazgeçmemek" sözlerini okuyunca, bienalin, İstanbul'da arka arkaya açılan sergilerin arayışının kıymeti daha iyi anlaşılıyor.
Bu arayış halini 90'lardan biliyoruz. Bu hal İstanbul'u yıldızlaştırmıştı. Lakin şimdiki arayış dünyamızın geleceğiyle ilgili ve buradan bir sonuç çıkacağını da geçmiş deneyimlerden biliyoruz. İstanbul'un dünyada yıldızının daha da parlatacağına şüphe yok. Bunun için geçen hafta dünyanın gözü üzerimizdeydi.