Pek çoğumuz Tayfun Pirselimoğlu'nu yönetmen olarak biliyor. Ama Pirsemiloğlu aynı zamanda yazar ve ressam. Memlekette resim, edebiyat ve sinema alanında yıllardan beri üretim yapan bir avuç sanatçıdan biri. Lakin sinemalarda vizyonda olan ve yılın en iyi filmleri arasındaki Kerr'i özel kılan başka bir durum da var. Pirselimoğlu yıllar önce yazdığı aynı isimli romanından uyarladı filmini. Ki bir yazarın kendi yazdığı romanını sinemaya kendinin uyarlaması ender rastlanan bir durum. Yetmedi Pirselimoğlu Istanbul Concept'te Kerr başlıklı bir de sergi açtı. Böylece Pirselimoğlu ilk defa edebiyatçı, ressam ve sinemacı kimlikleriyle aynı anda karşımıza çıktı. Yani hem Pirselimoğlu için hem de sanatseverler için çok özel bir durum söz konusu.
Pirselimoğlu ile sergisinin açıldığı Istanbul Concept'te buluştuk. Kerr'in dünyasından yaşadığımız dünyaya oradan da tutkulu bir taraftarı olduğu Trabzonspor'a uzanan bir sohbetin içine daldık.
- Nedir Kerr ve insanın kendi romanını sinemaya uyarlaması nasıl bir şey?
- Kerr, tekrar etmek demek. Ben de her şeyin, hayatın bile tekrar ettiğine inanıyorum. Kerr bu tekrarın romanıydı. 2004'te yazmıştım. Bu kitabımdan önce Kayıp Şahıslar Albümü adlı bir romanım vardı. O romanda da karakter, babasının ölümü nedeniyle kasabaya gider, İstanbul'a dönerken tren istasyonunda bir cinayete tanıklık eder. Trene binip binmeme konusunda tereddüt ettikten sonra İstanbul'a geri döner. Kerr'de ise karakter trene binmiyor, kasabada kalıyor. İki romanın girişi ve sonu aynı ama gelişmesi farklı. Tekrar etme, sürekli aynı yerde dönme, kafamın içinde sürekli dönüp durduğu ve bu mesele bana yakın geldiği için Kerr'i yazmıştım. Yazarken de plan plan görüyordum. Neticede romanı kafamda fazlasıyla film olarak görmüş olmalıyım ki onun film haline dönüşmesi gerektiğine inandım.
- Uyarlamalarda yazar ile yönetmen arasına genelde kara kedi girer. Sizin içinizde böylesi bir çatışma oldu mu?
- Yazar Tayfun'un, yönetmen Tayfun'dan çok şikayetçi olduğunu söyleyemem. Başka bir yazarın romanını uyarlamış olsaydım herhalde o yazar da yönetmen Tayfun'dan memnun olabilirdi diye düşünüyorum.
-Ya sergi?
- Sergi, kelimenin işaret ettiği anlam üzerinden oluştu. Sergide eskiden yaptığım resimler, eski resimler üzerine yeniden yaptığım resimler var. Tematik olarak da tekrarlayan aynı ızdırapların imgeleri bulunuyor. Mesela savaş. Bir yerde başlıyor, bitiyor. Bitince sonra başka bir yerde başlıyor. İnsanlık buradan çıkamıyor.
- Roman, film ve sergiyi birlikte düşününce insanlık hep aynı yerde debelenip duruyor mu diye soruyoruz.
- Biraz öyle galiba. Mesela pandemi meselesini düşünelim. İki yıl önce tüm dünya sanki ilk defa böyle bir şey yaşıyormuş refleksiyle davranmaya başladı. Oysa 100 yıl önce İspanyol Gribi nedeniyle dünya yine pandemi yaşamış. 100-150 milyon insan ölmüş. Ama unutmuşuz bunu, sanki olmamış gibi davranıyoruz. Ya da savaşlar. Suriye'de yıllar süren bir savaş yaşandı. Tüm dünyayı etkiledi. Bitti. Sonra pat diye Ukrayna'da savaş başladı. Bunlar debelenme değil de nedir?
- Normalimizi mi kaybettik?
- Bütün dünya olarak bir delilik yaşadığımızı düşünüyorum. Normali tanımlama ruhsatımız elimizden alındı. "Böyle saçma sapan bir şey olabilir mi" dediğimiz her şey olabiliyor. Saçma dediğimiz şeyler, günlük hayatımızın bir parçası haline geliyor. Mesela Ukrayna-Rusya Savaşı nedeniyle Çaykovski cezalandırılıyor. "Böyle saçma bir şey olabilir mi", diyorsunuz, oluyor. Normal mi bu? Bunlar tamamen delirdiğimizin işareti. Tamamen irasyonel bir atmosferin içinde debeleniyoruz. Doğru budur diye işaret edilen her ne varsa artık, onunla ilgili şüphe ettirilecek bir şeyler var. Bu çok tehlikeli. Çinlilerin dediği gibi tuhaf zamanlardan geçiyoruz.
- Gerçekle, hakikatla ilişkimiz koptu mu?
- Evet, gerçek sanki sıvılaştı ve uçucu hale geldi. Havada ucuyor. İlginç bir şekilde kimin eline geçerse sürekli şekil değiştiriyor. Açıkçası aklın buharlaştığı zamanları yaşıyoruz.
- Peki bir noktada normalleşir mi her şey?
- Bu yaşadıklarımızın bir sonu illa ki gelecek. Ama yeniden başlamak için. İşte o başlama noktasında bir ferahlama olacağını düşünüyorum. Sadece bunun ne zaman olacağını kestiremiyoruz.
ŞEFKAT VARSA TEDİRGİN OLMAYA GEREK YOK
- Filmde bir baba-oğul meselesi de yer alıyor. Size babanızdan ya da önceki kuşaktan ne kaldı?
- Babamdan çok şey kaldı bana. Çok mesafeliydik babamla. Çünkü dedem de babamla mesafeliymiş. Ama babamdan o mesafenin arkasında bile şefkat olabileceğini öğrendim. İlişkimiz bir kabukla kaplanmış gibiydi. Sonra o kabuk kırıldı ve babam bana şefkaketini gösterecek hale geldi. Dolayısıyla bazen insanlarla ilişkiniz sert ve mesafeli olabilir. Ama o ilişkinin çekirdeğinde şevkat olabilir. Bunu hissediyorsanız bir tedirginliğe kapılmaya gerek yok.
YENİ SİNEMACILAR CESUR DEĞİL
- Resim, edebiyat ve sinema alanında eserler üretiyorsunuz. Üç cephede varolan bir sanatçısınız. Ama günümüzde herkes kendi alanına iş üretiyor gibi, disiplinlerarasında sanki diyalog çok az gibi...
- Eskiden kültür insanlarının ilişkileri çok yakındı birbirine. Bir şairle bir ressamın ya da sinemacının ilişkileri gündelik hayat içerisinde bile devam ediyordu. Bir yönetmenin bir ressamın üretimini takip etmesi normaldi. Mesela Atıf Yılmaz resim yapardı. Birçok yönetmenle edebiyat sohbeti yapabilirdiniz. Ama 1990'lardan sonra sanki herkes kendi alanına çekildi. Belki bu zamanın ruhuyla ilgili. Ama bence daha vahim olan bir şey var. İlk ya da ikinci filmini çeken yönetmenlerin bütün bunlardan daha fazla kopmuş olması. İçlerinde çok başarılı olanları var ama genel olarak zihin olarak eskiler. 80'lerin 90'ların zihniyle hikaye kuruyorlar. Üstelik her şeye ulaşma imkanları olduğu halde. Bunu anlayabilmiş değilim. Cesur değiller. Belki de kabul görmenin konforuna yaslanmak istiyorlar. Risk almıyorlar. Risk almadan da sinema yapmak sizi bir yere götürmez.
- Sizin kuşak nasıldı?
- Cesurduk ve risk almıştık ve zaten oradan çıktı birçok şey.
BEYOĞLU'NDA TRABZONSPOR İÇİN YERLERE YATMIŞ BİR İNSANIM
- Siz, sıkı bir Trabzonspor taraftarısınız. Hayatınızda nerede duruyor Trabzonspor sizin için?
- Trabzonspor'u kurulduğu zamandan beri biliyorum. Özkan Sümer'i de Şenol Güneş'i de izledim. Amcam da zamanında yönetimdeydi. Çocukluğumda deplasmana gidecek kadar takipçisiydim. Bütün şampiyonluklarını biliyorum. Beyoğlu'nda Trabzonspor için yerlere yatmış bir insanım. Bir de şehir küçüktü futbolcularla falan da ilişkim vardı. Dolayısıyla Trabzonspor kişisel tarihimde özel bir yerde duruyor. Çünkü bir mucizeyi, hepimiz bir parçasıymış gibi yaşadık.
- Sanki yine bir mucize gerçekleşecek ve Trabzonspor şampiyon olacak gibi görünüyor...
- Şu an çok kıymetli olan bir şey oluyor. Trabzonspor akli olana döndü. Onları coşturan ama aynı zamanda çürüten heyecanın yerine takım beyni akılla hareket ediyor. Bunun sonucu alınacak. Trabzon'da horon vardır. Bir de son zamanlarda çıkan kolbastı var. Trabzonspor'unkisi horon ile kolbastı hikayesidir. Horonun bir ritmi, koreografisi ve kuralları var. Kolbastı ise son derece savruk, içten geldiği gibi, denge gözetmeyen ve tek başına oynanan bir oyun. Bence horon akli olanı temsil ediyor. Kolbastı ise heyecan üzerine kurulu. Trabzonspor horon mu oynayacak kolbastı mı ona karar vermeli. Abdullah Avcı'nın yaptığı şey Trabzonspor'a yeniden horon oynamasını öğretmesi. Dolayısıyla Trabzon'un da yeniden horon oynamayı hatırlaması gerekiyor.