"Haluk Bey, iyi misiniz?" Her yer karanlık, bir kuyudayım, yavaş yavaş kendime geliyorum. Cılız sesler şimdi daha belirgin...
"Haluk mu?" Kim bana ilk adımla sesleniyor acaba diye gözümü açtım, okul arkadaşlarım böyle çağırırdı o da neredeyse 30 yılı geçti.
Hiçbir şey hatırlamıyorum, boşluğa bakar gibi gözümü açıyorum.
Yemyeşil korunaklı bir elbise, maske ve üstüne siperlik çekilmiş bir yüz bana bakıyor. Hemşire "bırakmayın kendinizi" diyor...
Orhan Veli, "Her şey birdenbire oldu" der ya başka türlü açıklamak mümkün değil yaşadıklarımı...
Nisan'ın ilk haftası, hafiften bir kırgınlık var üstümde, üşüttüm herhalde.
Covid testim negatif.
11 Nisan Pazar sabahı BioNTech aşısının ilk dozu vuruluyor.
İyi değilim, önce çayın sonra da suyun tadı gidiyor; bir çorbayla karnım doyuyor, yemek yiyecek halim yok.
Ertesi gün kan değerlerime bakılıyor ve PCR testi yapılıyor. Ağır bir öksürük ve nefes alıp verirken zorlanıyorum...
Sonuç: Pozitif.
Eve COVİD-19 ilacı getiriliyor.
Ertesi gün çok kötüyüm, 112'yi arayıp "zor nefes alıyorum" diyorum.
Öğlen vakitleri ambulans geliyor.
Aceleyle üstüme bir şeyler giyip sedyeye uzanıyorum. Damar yolu açılıyor ve oksijen maskesi takılıyor.
Bir süre sonra eve çıkmayı beklerken ambulans hareket ediyor.
Ne soracak ne konuşacak takatım var. Siren sesleri, "yolu açın" anonsu kafamda uğulduyor. Ne kadar süre geçti bilmiyorum, ambulanstan indirilip küçük bir odaya alınıyorum.
Balonlu büyük bir oksjien maskesi takılıyor. Uzun ince bir cam tüpte fokurdayan su var, oksijen takviyesi oradan gaz haline dönüşüyor. Artık o maske bir parçam olacak, 16 gün boyunca yatarken bile çıkarmak yasak.
Kan alınıyor, serum bağlanıyor.
Dilim damağım kurumuş; susuz, yemeksiz neredeyse 24 saat geçmiş.
Her şey kontrolüm dışında, sadece ara sıra gözlerimi açabiliyorum.
Tomografi çekilmeye götürülüp başka bir odaya naklediliyorum. Belli ki tahlil sonuçları çıkmış, doktorlar geliyor, "sizi yatıracağız" diyorlar. Yanımda telefon yok, güçlükle "aileme haber verebilir miyim" diyorum. Çamaşır, eşofman, terlik, gözlükler, diş fırçası, macun ve telefon istiyorum. (Not bu diyaloglar hep sis perdesi altındaydı, nasıl ulaştım, kim buldu beni diyordum hep.
Hastaneden çıktıktan sonra söylediler de hatırladım.) Benden haber alınamayınca kardeşim gazetedeki dostlara ulaşmış ve onlar da kimlik takibiyle bulmuş.
Benim ise nerede olduğum hakkında hiçbir bilgim yok. Sol koluma ince bir kurdela takılıyor. O benim künyem, üstünde adım yazılı ve barkod var...
Yürüyen sandalyede Enfeksiyon Servisi'nde doğru uzun bir yolculuk başlıyor.
E-3 nolu odaya alınıyorum.
Hemşire "geçmiş olsun" diyor.
Oksijen tüpünün ayarlarını yapıp ateş, şeker, tansiyon değerlerini ölçüyor.
Bir ekip gelip EKG'mi çekiyor.
"Neredeyim, saat kaç" diyorum.
"Sancaktepe Pandemi Hastanesi'ndesiniz.
Saat 8.30."
"Bir şeye ihtiyacınız var mı?"
"Çok açım ve susuzum." "Yemek saati geçti ama bakayım." Az sonra hijyenik köpüklü tabildot kabında yemek geliyor.
Kana kana su ve bir parça da olsa yemekle kendime geliyorum.
Bir görevli sırt çantamı bırakıyor.
Saati soruyorum, "11" diyor.
Üstümdekileri çıkarıp, temiz eşofman ve tişort huzur veriyor.
Günlük rutinim başlıyor. Sabah 4.30 ışığım açılıyor, hemşire "günaydın" diyor. Şeker, ateş, tansiyon ve parmaktan oksijen değerleri ölçülüyor.
Az sonra başka bir hemşire geliyor. Tek tek anlatıyor:
Bu mide koruyucu aç karnına alın. Bol su için.
2 adet özel bir sıvı, hazneli bir oksijen tüpüne dökülüp takılıyor. Akşam 2 adet daha...
Damar yolundan her gün bir ilaç veriliyor.
Covid ilacının yanısıra sabah akşam kan sulandırıcı iğne... Gece 11'e kadar bakım ve kontroller yapılıyor.
2 günde bir kan alınıyor.
İyi değilim, bir sabah oksijen değeri bayağı düşmüş olmalı ki, nefesimi açmak için sırtıma sertçe vuruyorlar.
Hani birinin boğazına bir şey kaçtığında sırtına vurursunuz ya işte öyle...
Bir süre sonra balonlu oksijen maskesi yetmiyor. Burun deliklerinden giren iki başlıklı plastik özel bir oksijen takılıyor ayrı bir tüpten. Üstüne de balonlu oksijen maskesi...
En ağır olduğum o dönemde maskemi çıkarıp yataktan doğrulmuştum ki, hemşire görüyor...
"Ne yapıyorsunuz."
"Tuvalete gidecektim."
"Aman sakın ha, bize haber verin, düşüp bayılırsınız."Tekerlekli seyyar bir oksijen tüpüne bağlanıyorum. 4 adımlık yola bile oksijen takviyesiyle gidebiliyorum...
BAŞHEKİM: BİN HASTAYA BAKIYORUZ
Taburcu olduğum gün başhekim Prof. Yiyit uğruyor.
Kendisinin tabip albay olduğunu da öğreniyorum. Nasıl da dikkatli ve titiz, penceredeki panjurun bir kenarı hafif eğilmiş. Hemen düzelttiriyor.
Gazetecilik damarım tutuyor, uzun bir sohbet yapıyoruz. "Burada pandemiden tam 1000 hasta yatıyor" diyor.
Şaşırıyorum "nasıl yani gerçekten mi?" "Evet bin hasta, hedefimiz onları bakım servisinde iyileştirmek. Yoğun bakımlarda özelden ve diğer hastanelerden gelenler var çoğunlukla. Biz burada tedaviye yoğunlaşıyoruz ve başarı oranımız çok iyi..." Hastanenin devasalığını hayal etmeye çalışıyorum...
Başhekim, bu olağanüstü kurumun aksamadan yönetilmesini ve dijital sistemin verimliliğini anlatıyor.
Başhekim sahadaki çalışmanın önemine vurgu yapıyor. "TV'deki tartışma programlarına akademisyenler çıkarılıyor. Tamam, veriler, anketler şu, bu ama sahadaki emeği de görsünler" diyor.
Ve son olarak nerede oturduğumu sorup, kısıtlamadan dolayı evime bir araçla bırakılabileceğimi söylüyor.
HAL VE HATIR HEMŞİRESİ
Gece olunca zihnin en derinliklerinde olmayacak sorular:
Ne olacak şimdi? Yavaşlamak gerek o kesin...
Gel gitlerin sarstığı o günlerde elinde not defteriyle bir hemşire içeri giriyor...
Adı Tuğçe, gözlerinin içi gülüyor. Görevi de çok anlamlı:
Hal ve hatır hemşiresi.
Sohbete, "Aman moralinizi bozmayın, bu hastalıkta en önemli şey o" diye başlıyor.
"Akşam iyi olan hastayı ertesi gün yoğun bakımda buluyorum" diye devam ediyor...
"Nedeni, ölüm korkusu ve endişe." Hemşire TV kumandasını en nihayet bulup getiriyor.
Arkadaşlardan kitap istemiştim; onlar ulaşıyor...
Sosyal medyayla işim yok, telefondan gazete ve köşe yazarlarını okuyorum. Biraz TV, gerisi çılgın gibi okuma...
"KURBAN OLAYDIM YAVRUM, NASILSIN!"
Aile ve akrabalarla tek bağlantım kız kardeşim, başından beri eli hep üstümde...
Günler sonra annemle konuşabiliyoruz. Diyarbakırlı anam memleketimin ağzıyla, "Kurban olaydım yavrum nasılsın. Allahıma şükürler olsun, sesini duydum" diyor.
Onlarca hemşire var, günlük işlerini titizlikle yapan kısa hal hatır sormalarla sohbet ediyoruz. İsimlerini bilmiyorum yalnızca gözlerini gördüm. Her birine teşekkür gönderiyorum.
Her gün bir doktorlar heyeti ziyaret ediyor. Anlık izlenen durum raporum ellerinde, şikayetim olup olmadığını sorup tavsiyede bulunuyorlar. Her birine minnettarım, sağ olsunlar...
Günde 3 öğün yemek bırakan, her gün temizliğe gelip odayı baştan aşağıya silen, çöpleri boşaltan halimi hatırımı sorup moral veren iyi insanlar sizi de unutmadım...
14 gün sonra balonlu oksijen maskesi çıkarılıyor, "iki buruna takılı olan oksijenle takip edelim" diyor doktorlar...
"Hem yemek yerken de daha rahat edersiniz." Bir de artık biraz hareket etmemi istiyorlar.
ALLAH, DEVLETE ZEVAL VERMESİN
Ve 2 Mayıs sabahı rutin kontrol ve ilaçlardan sonra damar yolumdaki iğne çıkarılıyor, taburcu olacağım.
Bir doktor gelip, belgeler imzalatıyor. Reçete veriyor.
Nefes egzersizini, iyi beslenmeyi ve bol sıvı almayı hatırlatıyor.
"Her şey tamam" diyorlar...
18 gün sonra odadan çıkmanın mutluluğu, bitmek bilmeyen koridorlardan sonra nihayet açık havadayım...
Sesler, yüzler, sokaklar, caddeler hepsini ilk kez görüyorum sanki...
Başımı cama dayayıp bu toprakların yüzyıllardır en içten en güzel duası aklıma geliyor... Bir şehit ailesinin dilinde, afette, kazada, iyilikte dillenen cümlesi:
Allah, devlete zeval vermesin...