Bazı insanların çağdaşı olmaktan gurur duyulur... Hele bir vesileyle onlarla tanışmanın verdiği mutluluk duygusunun tarifi müşküldür. İşte Türk edebiyatının çınarı, naif ve usta kalemi Selim İleri böyle bir isim... Büyük yazarın bir nevi kendisine 70 yaş armağanı olarak kaleme aldığı, Everest Yayınları'ndan çıkan Bir Gölge Gibi Silineceksin kitabının adı bile, onun mütevazılığının tezahürü. "Sonuçta" diyor kendisi, "Ne yaparsak yapalım, dünyada misafiriz. Müthiş egolara, kalp kırmalara lüzum yok. Bir gölge gibi silineceğiz." Bu kitapta kısa kısa yazılar var. Kendisi 'çiziktirmeler' diyor bunlar için. Ama ne çiziktirmeler... Türk edebiyatının büyük eserlerinin, büyük yazarlarının ve dahi farklı sanat camialarından insanların Selim İleri'de bıraktığı anılar, izdüşümler, düşünceler... Aslında Selim İleri'yi meydana getiren hamurun muhteviyatına ilişkin sıkı bir fikir edinmemize imkan veriyor bu kitap. Onu etkileyen, onda iz bırakan, geçmiş kahramanlarını okurken İleri'nin dünyasına da giriş yapıyoruz. Her zamanki gibi naif, bazen hüzünlü, bazen neşeli ve şaşırtıcı anekdotlar veriyor İleri kitabında. Hüzün demişken hatırlamakta fayda var. Türk sinemasının 'Sultan'ı, Selim İleri'nin yakın dostu Türkan Şoray bakın ne demişti kendisi için bir konuşmamızda: "Sevgili, değerli yazar Selim İleri ile dostluğumuz öylesine derin ki; ruh ikizim gibi hissederim. Son derece ince ruhlu, duygusal... Genellikle hep bir hüzün sezilir gözlerinde. Kitaplarını okurken her satırında yüreğini akıttığını hissederim ve zaman zaman da ince bir hüzün... Kitaplarındaki karakterler bana hep çok tanıdık gelir, yazarın duygularını sezerim. O karakterlerle arkadaş, dost olasım gelir." İşte biz de bu kez, yeni kitabından hareketle Selim İleri'yle hayatının gerçek kahramanlarını, onlara ilişkin fikirlerini konuştuk...
Megalomandım yaşlandıkça duruldum
"Gençliğimde megalomandım! Yaptığım şeylerin çok önemli olduğunu düşünüyordum. Muhteristim... Başkalarının yaptıklarını kıskanmasam bile, 'Niye bunu ben yapmadım' derdim. Yaşamla ödeştikçe duruluyor insan. Yaşamın ne kadar başka büyük sorunları olduğunu, bütün bunların aslında bir sınav olan yaşamın içinde ne kadar boş olduğunu, yaptıklarınızın aslında hayatın içinde küçücük kaldığını ayırt ede ede öğreniyor insan. Rahmetli Sadri Alışık 'Benimle ilgili ne yazacaksanız, ben ölmeden ama ölmüşüm gibi yazın, ben de göreyim' derdi. Var insanda bu duygu: 'Benden sonra ne olacak!' Hele yazıp çizen, sanatla uğraşanlar için çok daha fazla var. Ama benim için eserlerimin çok kalıcı olması falan eskisi kadar önem arz etmiyor. Kalsa ne olacak, kalmasa ne olacak. Neticede işimizi düzgün yapmamız önemli. Vardığım nokta bu. Geçmişteki ihtiraslarımı yitirdim."
Halid Ziya'nın derinliği
"Aşk-ı Memnu bir Boğaziçi ve Büyükada romanı. Mâi ve Siyah, Aşk-ı Memnu öncesinde bütün İstanbul'a açılmayı denemiş. Halid Ziya, Kırk Yıl'da bu romanın yazılış sürecini anlatır: Hem toplumsal hem bireysel panoramalar çizmek istemiştir; ne var ki ülküsünde yol alamayacak, Mâi ve Siyah'ın sınırlarını daraltacak... Sanki bir roman kişisi! Sokaklar, Sergüzeşt'in yağmurlu sokakları -Celâl'in Dilber'i aradığı o unutulmaz sahneler!- gibi, bayındırlıktan alabildiğine uzaktır. O sokakları, tam da istibdat günlerinde ve gecelerinde, karanlıkta, yıkımlarda, çamur girdabıyla, viraneler, cılız ışıklar ve bunların iç dünyada uyandırdığı ürkünç çağrışımlarla yazan Halid Ziya, kahramanı Ahmet Cemil gibi, yaşadığı dönemden sessizce, satır aralarında yakınır. Bana kalsaydı, bu sokakları hem Fikret'in Yağmur şiiriyle birlikte okuturdum. 'Sokaklarda seylâbeler ağlaşır/ Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır..."
Akif'i doğru anlamak lazım
"Mehmed Âkif'in Mısır'a gidişinden sonra -özellikle 1930'larda- ders kitaplarındaki onunla ilintili söylemi epey okudum. Fazla bir şey söylemiyorlar, ama 'yenilikçi'liğini yeterli bulmuyorlar. Öyle öyle, Âkif değiştirilemez bir yere oturtuluyor, alevli meselelerimizden biri oluyor, edebî değerlerinden yalıtılmış iki karşıt uç onu kendi istedikleri şekilde yorumluyor. Sonunda Safahat'ın onca anlamlı birçok bölümü yitirildikçe yitiriliyor. Düşüncemi, kaygımı Mel'un'da korka korka paylaşmıştım... Âkif, Safahat'ın ilk şiirinde, Fatih Camii'nde -herkesin kaçındığı- 'gerçekçiliğin' göz kamaştırıcı sözcüsü, temsilcisidir. Fatih Camii olanca görkemiyle belirir. Ne var ki, çevresi, dört bir yanı çökkün, bayındırlıktan uzak, yoksulluğun eline düşmüş, perişandır. 'O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd...' Duymazdan gelinmiş. Bir zamanlar o güzelim camileri, anıtları yapanlar çoktan çekip gitmiş; geriye kalanlar, değil böylesi güzel eserleri yapmak, var olan eserleri koruyamaz hale gelmişlerdir."
Ailem doktor ya da mühendis olmamı isterdi
"Bir üniversiteyi bitirip doktor, mühendis, hukukçu olmamı istedirler. Sonraları tesadüfler alıp götürdü beni. Üniversitedeki tahsilim sırasında karşıma sinema çıktı. Senaryo yazarlığı yapmaya başladım. Hayatımı kazanmaya başlamıştım. Erken yaşta babamı kaybetmiştim... Hayattan azat edilmiş gibi hissediyordum. Yazar olarak ayakta kalabilmenin ne demek olduğunun farkında değildim. Düşünmüyordum... Sadece yazma düşüncesi vardı. Biraz kavak yellerinin peşinden gittim. Yazarlık konusunda beni sağlam bir rotaya oturtan rahmetli Attila İlhan oldu. Yazarlıkta meslek olarak direnmeyi, yazar disiplininin nasıl olmasını gerektiğini ondan öğrendim. Dostlukların Son Günü kitabımın editörü Attila Bey'di. Ondan sonra hep roman yazmaya yönlendirdi beni. Yazarlık hayatımda en büyük desteği Attila Bey'den gördüm. Yazarlık bir yandan serbest, özgür bir iş gibi görünse de kendi içinizde prensiplerinizi, disiplininizi oluşturmanız lazım. Ben yaşamım boyunca bir banka memuru ciddiyetiyle, kendi mesai saatlerime riayet ederek çalışmaya gayret gösterdim. Olsun ya da olmasın çalıştım..."
Menderes hangi oyunda gülme krizine girdi?
"1990'larda Toto Karaca ölünce, gündelik gazeteler, 'Cem Karaca'nın annesi' diye yazmakla yetinmişlerdi, ne çarliston yılları, ne İstanbul Tiyatrosu'nun yapımlarında dinmeyen alkışlar, aktrisin sahne edebiyatımıza kazandırdığı çeviriler, uyarlamalar... Kanlıca'da, deniz kenarında oturuyorduk; Sadri Alışık, 'Sadece Cem Karaca'nın annesi... Ne acı!' demişti. İstanbul Tiyatrosu'nda oyuncular birbirleriyle âdeta kahkaha yarışlarına çıkmışlardır. Toto'nun alkışı bitmeden Alev Sururi'ninki ya da Muzaffer Hepgüler'inki başlar. Muammer Karaca -nezaketi hep koruyarak- siyasî hiciv ustasıdır. Adnan Bey Duymasın oyununu rahmetli Menderes gülme nöbetlerine tutularak seyredermiş."
O cümleyi papağan gibi tekrarladılar
"Varlık Yayınları'ndan sonra, 1970'te Bilgi Yayınevi Sait Faik'in bütün eserlerini yeniden basmaya başladı. İlk kitabın -ve sonrakilerin- arka kapağında Sait Faik'ten bir cümle: 'Bir insanı sevmekle başlar her şey.' Kim seçmişti, bilmiyorum. Papağanlar bu cümleyi yıllarca yinelediler; hiçbiri gerisini, aslını araştırmadı. Bütünü çok başka bir şey söylüyordu, ancak Sait Faik'in duyumsayacağı sürgit yangını, kavruluşu: 'Bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.' 'Burda'!.."