Aslında bu bir Salih Kalyon hikayesi gibi görünse de, Türkiye'nin 100 yıllık geçmişinin küçük bir özeti. Salih Kalyon'la yeni oyununu konuşmak üzere, İstanbul'un nostaljik mekanlarından birinde, Beyoğlu Gezi Pastanesi'nde buluşuyoruz. Aslında soru sormuyorum ona. Tek kişilik oyununda yaptığı gibi, anlatsın istiyorum. O da başlıyor anlatmaya... Tıpkı evde oturmuş bir büyüğümden anılar dinliyor gibiyim. Zeki Müren'den, Dormen Tiyatrosu'na, Adapazarı'ndan, Ankara'da Küçükesat'ta bir çatı dairesine yılların içinde geziniyoruz.
- Epey eskilere doğru gitsek... Ne zaman başladı Salih Kalyon tiyatroya?
- 1964-1965 sezonunda Ankara Sanat Tiyatrosu'nda profesyonel oldum. Hiç unutmam, 29 Ekim 1964 sahneye ilk adım attığım, bir aylık maaşı hak ettiğim dönem. Sigortalı başlamıştım işime, bugünün gençleri çok şaşıracaklar "Aaaa sigorta da mı yapılıyormuş?" diye... Evet ben sigortalı olarak işe başladım ve orada olduğum sigorta ile emekli oldum. Yani hem sevdiğim işten para kazadım, hem de emekli olan bir tiyatrocu oldum.
- O maaşı hak ettiğiniz dönemde Ankara'da nerede, nasıl koşullarda yaşıyordunuz?
- Ankara'da Anıttepe'de abimle birlikte bir oda, bir salon bir ev tuttuk. Ve kirayı abim veriyordu. Bir yıl sonra o evden ayrıldım ve Küçükesat'ta bir çatı katı tuttum. 35 lira kira veriyordum. Her gün barlara, kulüplere giderdik akşamları, o zamanlar adet öyleydi. Tiyatrocular bir apatman boşluğunda Çakın Bar diye bir yer uydurmuşlardı, herkes oradaydı. Ankara'ya turneye gelenler tiyatrocu ve ses sanatçıları ile Ankara'nın yerli sanatçıları orada toplanırdık. Mesela Süheyl Denizci Orkestrası gelmiş, gece programdan sonra oraya gelirler, tiyatrocular oyunlarını bitirir gelirlerdi. Hepimiz o apartman dairesine sığardık. Salon kısmında podyum gibi bir bölümü vardı, yerden 20 cm yüksekte, orkestra orada dururdu. Zeki Müren gelirdi bazen Ankara'ya, gecenin bir vakti orada otururdu, herkes anlardı ki şarkı söyleyecek. Çıt çıkmazdı. Orada Zeki Müren kendisi için, şarkısını söylerdi. O mekana çok sanatçının yolu düşmüştür. Yaşar Özel, Erol Pekcan, Çakın Eray, Gulrz Sururi, Engin Cezzar... Yaşlılar pek gelmezdi. Toto Karaca falan oyunlarından sonra gider yatardı, biz gençlerin arasına pek katılmazlardı.
- Ne konuşulurdu?
- Bugünkü kadar siyaset konuşulmazdı. Herkes işini yapıyor, mutlu mesut yaşıyordu. İstanbul'a turneye geldiğimiz zaman, o zamanların Dormen Tiyatrosu'nda sahne alırdık, bir aylık kapalı gişe bilet satılırdı. Kuyruklar olurdu. Böyle bir ortamda, tiyatroyu dolu dolu oynamanın, alkışları tatmanın keyfine vardık. Turneden dönmüştüm, iki aylık maaşım birikmişti. İstanbul'da Çiçek Bar'ın karşısında Santral Otel vardı, o parayı alıp odama gitmiştim, yatağın üzerine koyup şöyle bir bakmıştım, cep telefonları olsa, tam fotoğrafı çekilecek an. İnanamamıştım. Ben bu parayı hayatımda en sevdiğim şeyi yaparak kazandım, diye geçirmiştim içimden. Gidip bankada hesap açtırdım kendime, askerden dönüşte de, kendime bir pikap aldım. Çünkü Şener Demir diye bir arkadaşım vardı, bir bavul plakla gelirdi, ben de oyundan çıkardım. Giderdik, büfeden bir şeyler alırdık, yolda Asya pilavı yerdik, yürüyerek Emirgan'a giderdik. Çünkü biz oraya vardığımızda şafak sökerdi. Orada caminin musalla taşına pikabı, plakları koyardık, balığa çıkan motorların sesleri eşliğinde Malagenya dinlerdik.
- Çok keyifli ve mutlu bir gençlik dönemi yani...
- Kesinlikle. Mutlu bir gençlik ve tiyatro dönemiydi. Yazın İzmir Fuarı'na giderdik, 15 tiyatro birden orada olurdu. Muammer Karaca Açıkhava Tiyatrosu'na çıkardı, en prestijli tiyatro oydu. Adnan Menderes ve Süleyman Demirel oyunlarına gelirdi. Kuliste oturur, beraber yemek yerlerdi. Senar Bahçesi vardı orada, biz oralarda oynardık. Fuara gelen tiyatrolar bahçelerde oynardı.
- Sinema ve televizyon dönemini nasıl anarsınız?
- Onun keyfi de çok ayrıydı elbette. Bu yolla geniş kitlelerle buluştum. Hâlâ da buluşmaya devam ediyorum.
ASIL İŞİNİZ NE?
- Son yıllarda tiyatro hareketlendi, değil mi?
- Bir hareketlenme var, küçük küçük oluşumlar. Ama bizim dönemimizde televizyon yoktu. Bizim yaşadığımız güzelliği yaratan şey televizyonun yokluğuydu. Hani derler ya, silah icat edildi mertlik bozuldu diye... İşte o hesap. Gençler arasında çok yetenekli insanlar ve çok iyi projeler var. Takip ediyorum hepsini. Hiçbir profesyonel tiyatronun cesaret edemeyeceği oyunlar hazırlıyorlar.
- Sizin bu işe başlarkenki birincil duygunuz neydi?
- Tiyatro büyük bir aşktı benim için. Hiçbirimizin ailesi tiyatrocu olmamızı istemedi. Herkes kendi istediği için olmuştu. Tiyatroculuk insanı geçindiren bir meslek değildi, o gözle bakılmazdı. Bize hâlâ şu soru sorulur, "Asıl işiniz ne?" Bu bir meslek olarak görülmedi. Osmanlı döneminden gelen bir alışkanlık. O dönemlerde tiyatrocuların şahitliği kabul edilmezmiş. Çünkü sahnede yalan söylüyorlar. Tiyatrocular, hademati süfliyeden sayılırmış... Hademe ne demek biliyorsunuz, hizmetli, süfli de gereksiz iş... Yani gereksiz işleri yapan hizmetliden sayılırmış tiyatrocular. Cumhuriyet dönemiyle şahsiyetimizi kazandık.
GORKİ'NİN ANA'SINI DEĞİL, KENDİ ANNENİ ANLAT!
- Şimdi tüm bu anılarınızı tek kişilik bir oyunla sahnede anlatacaksınız. Zamanının geldiğini mi düşündünüz?
- Ben Ağrılıyım, Adapazarı'nda büyüdüm, Ankara'da meslek yaşamıma başladım, İstanbul'da yaşıyorum. Nereliyim acaba? Tüm bunlar bir çok şeyi biriktirdi içimde. Zamanı çoktan geçti aslında. Bunları eş dost arasında anlatırken, hep "Bunları yazsana, çıkıp anlatsana" derlerdi... Herkesin hayatı bir roman aslında. Hepimizin hayatından bir hikaye çıkar. Bundan 40 yıl önce Ankara Sanat Tiyatrosu'nda Maksim Gorki'nin Ana oyununu sahneliyorduk. Ablamı da getirmiştim oyuna. Oyun çıkışı ablama oyunu nasıl buldun diye sordum, "Çok beğendim, çok güzel. Ama evladım sen niye kendi anneni oynamıyorsun?" dedi. O aklıma takılmıştı benim. Birçok şey birikti, belleğim yerindeyken bunları anlatmak gerekiyor diye yola çıktım.
- Ne anlatıyorsunuz peki?
- Annemden ve babamdan başlıyorum. Onların çocukluğu. Nasıl ortamlarda büyüdüler, yetiştiler. İnsanı yetiştiren annesi, toplumdaki trajik olayların bir çoğunda iyi yetiştirilmemiş çocuklar var. Annem ve babam Osmanlı döneminde doğmuş ve yaşamış insanlar, sonra Cumhuriyet'le tanışmışlar. Bu büyük ve önemli bir dönem. Meslek hayatım 56 yıllık. Bunlar da olacak. Bir buçuk saatte hızlı bir hayat hikayesi anlatıyorum. Bu güldüren bir hikaye. Kuru kuru tarih dersi değil...