Bugün Babalar Günü ve başrolde babalar var. Bunun için birçok yerde babaların evlatları için yaptığı fedakarlıklarla ilgili hikayeler dinleyip, okuyacak ya da izleyeceksiniz. Bu da normal çünkü bu topraklarda babalık demek fedakarlık demektir. Bir düşünün, babanızın sizler için yaptığı fedakarlıkları... Peki siz babanız için neler yapardınız, hiç düşündünüz mü? Prof. Dr. Ümit Meriç, babası Cemil Meriç'in yıllarca gözü oldu. Ömrünü bir anlamda babasını anlamaya ve anlatmaya adadı. Prof. Dr. Ahmet Koman, babası İlhan Koman'ın yıllarca yaşadığı teknesi Hulda'yı ve tüm eserlerini Türkiye'ye getirdi, bir vakıf kurup onun mirasını yaşattı. Kerem Alışık, annesiyle birlikte babası Sadri Alışık adına önce tiyatro, sonra akademi, konservatuvar kurdu. Her yıl düzenli olarak ödül töreni düzenleyerek Sadri Alışık'ın yarattığı kültürel mirası gelecek kuşaklara aktardı, aktarmaya da devam ediyor. Hürrem Erman Türk sinemasının efsanevi yapımcılarından biriydi. 1946'dan 1986'ya kadar 250'den fazla filmin çekilmesini sağladı. Hürrem Bey'in vefatından sonra oğlu Fuat Erman işin başına geçti. 90'larda TV'ye satılan babasının bütün filmlerini geri aldı. Birçok filmi restore ettirerek kurtarılmasını sağladı. Bütün evlatlar farklı alanlarda kendilerini ispatlamış, babalarının gölgesinde kalmamış isimler. Prof. Dr. Ümit Meriç bir sosyolog, Prof. Dr. Ahmet Koman moleküler biyoloji profesörü. Fuat Erman felsefeci. Kerem Alışık bir aktör... Kendi hayatlarını heba etmeden babalarının kültürel ve düşünsel mirasına, yarattıkları değere sahip çıkmayı bilmiş ve bu mirası tüm toplumla paylaşmak için uğraşmış, bunda da başarılı olmuş isimler. İşte ekol yaratan, kendi alanlarının 'en baba' isimlerinin babalık halleri ve evlatlarının onların adını yaşamak için verdikleri zorlu mücadelenin öyküsü.
BABAMIN FİLMLERİNİ EVE TEKRAR GETİRDİM
"Her ne kadar sinemaya ilgi duysam da Fransa'da felsefe okudum, bu alanda akademik kariyer yapmayı istiyordum. Zaten babam da sinemaya bulaşmamı istemiyordu. Ama Erman Film olarak babam en son 80'lerde film yapmıştı. Sonrasında Türk sinemasının durgun bir dönemi var. O durgun dönemde, yani 90'lı yıllarda babam da herkesin yaptığı yanlışı yaptı ve bütün filmlerini TV'lere sattı. Ben yazıhaneye 2000'lerin başında gitmeye başladım. Babamın vefatı sonrası bu filmlerin haklarını yeniden almak için mücadele ettim. 2008'deki Yargıtay kararıyla nihayet bu haklar Erman Film'e geri verildi. 1946'dan bugüne ağırlıklı renkli 200'den fazla film var elimizde. Yani bir anlamda babamın filmlerini tekrar eve getirmiş oldum. Lütfi Akad'ın Vurun Kahpeye gibi çok önemli bir filmini restore ettirdik. Bu süreçte babamın işini devralmış gibi oldum aslında. Sonrasında babamla ilgili Rıza Kıraç'ın yazdığı Hürrem Erman: İzlenmemiş Bir Yeşilçam Filmi kitabının ortaya çıkmasını sağladık, onunla ilgili bir belgesel çekildi. Bir de birkaç yıl Galatasaray Üniversitesi ile birlikte Hürrem Erman Kısa Proje Yarışması düzenledik. Böylece Erman Film ve babamın mirasını sürdürmeye çalışıyorum. Bir taraftan da 2002'den beri çeşitli üniversitelerde ders veriyorum."
İLK DEFA ZİNCİRİNİ KIRMIŞTI
"Babam 1913 doğumlu. Ve kendi kuşağının babaları gibiydi. Mesafeliydi. Hiçbir zaman çok sıcak bir ilişkimiz olmadı. Belki bunu istiyordu ama yetiştiriliş tarzı nedeniyle bazı zincirleri kırması zordu. Ama biliyorum ki çok duygusal bir insandı ve imkanları dahilinde hep bunu saklamaya çalışırdı. Şöyle bir anım var. Bir gün Fransa'da üniversite seçmeye birlikte gitmiştik. Ben mülakata girmiştim, babam da bir kafede bekliyordu beni. Mülakat bitti ve karşımdaki adam 'Hoş geliniz üniversitemize' dedi. Anlamadım çünkü yazılı bir sınav daha vardı. Çıktım, babamın yanına gittim. Anlattım çok heyecanlandı, 'Kabul edilmişsin sen' dedi. Oradaki heyecanı benim için önemliydi. Beklemiyordum, ama işte zincirini kırdığı anlardan biriydi. Duygularını belli etmişti. Bu durumu hiç unutmam. Ben oğlum Can ile daha arkadaşça, daha yumuşak bir ilişki kurdum her zaman. Ve o da şimdi sinema okuyor. Hayat işte, üç kuşak sinemacı olduk..."
ÇOCUKKEN OYUN ARKADAŞIMDI, İLERLEYEN YILLARDA HOCAM OLDU
Düşün tarihimizin önemli isimlerinden biridir Cemil Meriç. Bu toprakların Borges'i, entelektüel birikimi, tespitleri ve Türkiye'nin yaşadığı kimlik krizine, yıllar öncesinden önerdiği çözümleriyle gerçek bir aydın. 38 yaşında gözlerini kaybetmiş olsa da vefat edene kadar çalışmaktan, üretmekten vazgeçmedi. Bu süreçte onun karanlıklar içindeki gözü ve en büyük yardımcısı kızı Ümit Meriç oldu. Cemil Bey görme yetisini kaybettiğinde kızı Ümit Hanım sekiz yaşındaydı. Ümit Hanım o yaşından itibaren, babasının hep yanında oldu. Türkiye'nin önemli sosyologlarından biri olan Ümit Meriç, Babam Cemil Meriç adlı kitapta babasıyla ilişkisini "Çocukken oyun arkadaşımdı, ikmale kalınca matematik öğretmenim. İlerleyen yıllarda sırdaşım, hemderdim, aynı yazıhanenin iki tarafında çalışırken hocam, yazılarını hazırlarken sekreteri ve çalışma arkadaşıydım onun" diyerek anlatıyor.
BİR DEVRİN ŞUURU
Ümit Hanım, babası için "Yarısı görerek yarısı karanlıkta geçirdiği ömrü boyunca kendine biçtiği görev, bir devrin şuuru olmak, bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini sıyırmak ve kalabalığa doğru yolu göstermekti" diyor. Cemil Meriç yazdıklarıyla, düşün dünyamızın önemli fenerlerinden biri oldu. Tüm bu süreçte de Ümit Hanım yanında bulundu. Yıllar sonra da onun hayatını yazdı. Yazmakla kalmadı, onu anladı ve yeni nesle anlatmaya çabaladı. Ama bunu yaparken insan Cemil Meriç'i de anlatmayı ihmal etmedi. Zaten kitabının önsözünde "Amacım sizi 1916'da dünyaya gelen, 1987'de aramızdan ayrılan Cemil Meriç'le evimize gelmiş bir misafir gibi dost kılmak" diye yazmıştı. Yıllar boyu babası için yaptığı faaliyetlerle de bu amacına ulaştı.
O BENİM DOSTUMDU
"Babamın eserleri İsveç'teydi, ölümünden sonra üniversiteye bağlı atölyesinde duruyordu. Kardeşlerimle birlikte eserler orada nasıl değerlendirilir diye düşünürken çeşitli sergi teklifleri sonrasında Türkiye'ye getirilmesine karar verdik. O zamanlar Fransa'da Pasteur Enstitüsü'nde çalışıyordum. Bu işler için ailede gönüllü oldum. Sonrasında 1998'de bir vakıf kurduk, işleri daha yolunda yürütmek için. Vakfın himayesinde babamın eserlerini Türkiye'de değerlendirmeye çalıştık. Eserlerin tamamı gelince Yapı Kredi'deki o büyük sergi açıldı. Sonra babamın teknesi Hulda'yı uzunca bir yolculuk sonrası Türkiye'ye getirdim. Hulda Festivali'ni hayata geçirdik. Tekne 10 limanda ağırlandı. Bu sırada ben de Türkiye'ye dönmüş oldum Boğaziçi Üniversitesi'nde moleküler biyoloji profesörü olarak çalışmaya başladım. Kafamda hem Hulda'yı yaşatmak için uğraşmak hem de kendi mesleğimle ilgili çalışmalar yapmak vardı. İşler planladığım gibi gitmedi, emekli oldum şimdilerde vakıf işlerine ağırlık vererek Bodrum'da bulunan Hulda'yı yaşatmaya çalışıyorum."
BABAM, BEN VE OĞLUM
"Babam ile annem beş yaşımdayken ayrılmıştı. Görüşüyordum elbet ama asıl 17 yaşımdayken başladı ilişkimiz. Bir dosttu benim için. Öldüğünde sanki bir dostumu kaybetmiş gibiydim. İyi bir insandı, güzel bir adamdı ve önemli bir sanatçıydı. Büyük saygı duyuyorum ona. İsveç'te okurken sıklıkla görüşüyorduk, bazı eserlerini yaparken yardım ederdim. Ama en çok beraber yaptığımız yolculuklar gelir aklıma. Özellikle yıllar sonra babam, ben ve oğlumun Türkiye'de yaptığımız deniz yolculuğunu unutmam. Üç kuşak bir aradaydık. Çok güzel vakit geçirmiştik. 1984 yılıydı. Zaten sonrasında sağlık sorunları başladı 1986'da da kaybettik."
BABAMDAN ÖĞRENDİĞİM SEVGİYLE OĞLUMU SEVDİM
1995'te, Sadri Alışık'ın vefatının üzerinden kısa bir süre sonra açıldı Sadri Alışık Tiyatrosu. Sonrasında ödüller, kültür merkezi, akademi, konservatuvar... Sadri Alışık'ın yarattığı değer ve mirası bu çabalarla yeni kuşaklara aktarıldı. Çolpan Hanım yaşamını yitirdikten sonra tiyatronun adı Sadri Alışık-Çolpan İlhan Tiyatrosu olarak değiştirildi... Kerem Alışık, babasının ölümünden sonra başladı oyunculuğa. Sinema filmleri, diziler ve babasının adını taşıyan tiyatroda sahnelenen onlarca oyun... İyi bir aktör olarak varetti kendini. Yönetmen olarak da birçok oyun sahneye koydu... Peki tüm macera nasıl başlamıştı? Kerem Alışık "Aslında tiyatro, kültür merkezi, ödüller, akademi, konservatuvar her şey ana oğul, kanayan iki yüreğin acısından doğdu. Her çaba başka bir oluşumu doğurdu. Bu kadar boyutlu ve katmanlı hale geleceğini düşünmüyorduk. Ama biliyorsunuz mutluluk bir varış değil yolculuğun adı. Biz bu yolculuğu içimize doğru yaptık ve bugün ne kadar doğru yaptığımızı bir kez daha görüyorum, bir kez daha gururlu ve mutluyum. Küçücük bir hikayesi var anlatmak isterim. 95 Ağustos'uydu... Sessiz bir pazardı... Kanlıca'daydık. Kristal avizemizin kırılmasından bu güne tam beş ay geçmişti, göğsümüze vura vura geçmişti. Ateşimiz bedenimize sığmıyordu.
MOTİVASYONUMUZ ÖZLEMDİ
Ben rıhtımda babamın koltuğunda oturuyordum. Annem bahçedeki ortancaları suluyor ve onlarla konuşuyordu. Henüz babamızı kalbimizin üstünde taşımaya alışamamıştık. Birden gözlerinde ateş böcekleri ile yanıma geldi ve 'Kerem'ciğim Sadri için bir tiyatro kuruyoruz ve orada, o sahnede her yıl onun için bir anma gecesi düzenliyoruz' dedi. Öylesine asil... Öylesine heyecanlı... Öylesine âşık... Öylesine ümitli... Sanki, babamın çok sevdiği o ortancalar kulağına böyle fısıldamıştı. Oysa farkındaydık, ışığımız sönmüştü bizim, yakamazdık artık avizemizin ışıklarını ama onu orada en Sadri Alışık hali ile muhafaza edebilirdik. Acımızı yaratan karanlığın değil, iyileştiren aydınlığın eseri olmalıydı bu ışık. Öyle ya, haşmetliydi onun ışığı... Aldı ışığı... Fişek gibi ayağa kalktığımı hatırlıyorum. Evet ağrımız, sancımız, kahrımız kor gibi yanıyordu içimizde, ayrıca bu işlerde öyle kolay işler değildi, hayallerle gerçeklerin ne kadar yakına atsak da uzağa düşebileceğini de iyi biliyorduk üstelik. Ama aşkımız vardı... Özlemimiz vardı... Cesaretimiz vardı... Sıcaktı yüreğimiz... Baktık birbirimizin gözlerine annem ile 'Dayanalım' dedik... 'Dayanalım umutla, sevdayla'... 'Yaparız' dedik ve yaptık... Böyle başladı maceramız işte... Bir insanı hem imtihan etmek hem de motive etmek için özlemek yeterli. Bazen bir şehri, bazen de bir sesi ve bir nefesi... Sevgiydi bizim motivasyonumuzun kaynağı, özlemdi, hasretti" diyerek anlatıyor tüm süreci...
MÜCADELE ETMEYİ ÖĞRENDİM
"Babamdan direnmeyi, güvenmeyi, sabretmeyi, mücadele etmeyi ve sevmeyi öğrendim. Ben oğlumu da anne babamın bana öğrettiği sevgiyle sevdim hep. Sadri benim efendim... Hayata hep gülümseyerek bakar. Bir insanı sevecekse, önce duruşunu, hayata bakışını, hayata kafa tutuşunu, vicdanını, vefasını sevmeli ya insan... Bu tanımlamaya Sadri iyi bir örnek. Öğrendiklerimin ve öğrettiklerimin yansıması budur. Duruşlu, gülüşlü, çabalı ve soru soran bir çocuk olmuştur."
BIRAKIN BABAMI
"Çocukluğumda babamın bir filmini izlemeye gitmiştim ve bir sahnede onu dövmeye başladılar. Ben de inanılmaz bir tepki, sanki onu gerçekten dövüyorlarmış gibi. Nasıl ağlıyorum nasıl, 'Bırakın babamı' diye. Yanımda oturan adam da çok sinirlendi 'Sus artık bırak ağlamayı, o senin baban değil' dedi. Şimdi ben ona nasıl anlatabilirdim ki... O benim babam. Bazen babamın film galalarına ailecek giderdik. Ana, baba, oğul. Ancak bir anda insanlar babamı omuzlarına alır ya da yanımızdan alıp götürürlerdi. Biz annemle öylece kalakalırdık. Babama gösterilen sevgi müthişti. O benim için bir güneş gibiydi. İçimi ısıtan, aydınlatan ama tutamadığım, dokunamadığım bir yerdeydi yani."