500'den fazla bestesi olan, 2,5 yaşından itibaren nota bilen, piyano çalabilen biri Anjelika Akbar. Dört yaşındayken yeteneği fark edilen Akbar, Moskova Tchaikovsky Devlet Konservatuvarı öğretim üyelerinin dikkatini çekti ve harika çocukların okuduğu okula kabul edildi. 1991 yılında UNESCO üyesi olarak geldiği ve sonrasında da yerleştiği Türkiye'de, Hacettepe Devlet Konservatuvarı'nda Bestecilik ve Orkestra Şefliği yüksek lisansını ve doktorasını alan Akbar, 28 yıldır ülkemizde yaşıyor. Türkiye vatandaş olan, Müslümanlığı seçen Akbar TRT-2'de Anjelika Akbar ile Sesler isimli bir programa başladı. Bugüne kadar 14 albüm yayınlayan, pek çok ulusal ve uluslararası ödülün sahibi Anjelika Akbar'la hayatını, Türkiye'yi ve programını konuştuk.
- 28 yıl olmuş siz Türkiye'ye geleli...
- UNESCO üyesi olarak bir film projesi için eşimle gelmiştim ve doğurmak üzereydim. Uçmama izin vermedikleri için oğlum burada doğdu. Sonra Sovyetler Birliği dağıldı ve burada kaldım. Kaderim burada yazılmış belki de... Müzik benim için bir kariyer ya da meslek değil, bir aşk. Ve o bir aşk yolculuğu. O yüzden nerede mutluysam orada müzik benimle.
BAYRAMLARDA ÇOK ZORLANDIM
- Kendinizi nereli hissediyorsunuz bunca zaman sonra?
- Sovyetler Birliği'nde yaşamaktan çok mutluydum. Güneşli ve bulutsuz bir çocukluğum oldu. Hep el üstündeydim. Oradaki olumsuzlukların farkında değildim. Babam felsefeci olduğu için felsefe ve maneviyat hayatımın yarısını kaplıyordu. Diğer yarısı piyano ve müzikti. Bir süre sonra beni manevi anlamda besleyen yere doğru uzanmaya başladım. Ve çok uzun yıllardır bu arayışım sürüyordu. Hayatın beni Türkiye'ye getireceğini de tahmin etmiyordum. Geldiğimde tam anlamıyla çarpıldım. Buradaki insanların kalplerinde ve gönüllerinde bulduğum çok özel bir şey vardı. O benim burada kalmamı sağlayan şeydi. Manevi anlamda burada çok büyük bir şey buldum. Rusya'da kültür, sanat beni çok besliyordu ama Anadolu topraklarında derin ve binlerce yıla dayanan manevi değerler çok etkiledi. Oralı mıyım, buralı mıyım inanın ben de bilmiyorum. Türkiye aşığı bir insanım sadece.
- İlk geldiğiniz dönemde zorluklar yaşadınız mı?
- Tabii bazı teknik zorluklar oldu. Ankara Üniversitesi'nde kurucu öğretim üyesiydim. Konservatuvarı kuruyorduk, rektör neye ihtiyacımız olduğunu sorduğunda, "Aşağı yukarı tam kuyruklu 30 Steinbeck piyano lazım" dedim. Uzun uzun baktı ve "Steinbeck piyanolardan Türkiye'de bu kadar yok" dedi. O zaman anladım farklılıkları. Ama hiç önemli değildi, zorluklar aşılabilirdi. Rusya'da olduğu gibi yüzyıllara dayanan bir klasik müzik kültürü yoktu. Kendimi müzisyen olarak o formatta ifade etmeye alışmıştım. Bünyem buradaki tınıları reddedebilirdi ama şükürler olsun ki öyle olmadı. Çarpılmış gibi geziyordum. Doğu'nun ve Batı'nın kesiştiği bu yerin ezgileri çok güzeldi. İlk geldiğim günü de unutmam. Cihangir'de teyzem vardı, onun evinde oturuyorduk ve ezan başladı. İnanamadım. Bir de televizyon kapanırken okunan İstiklal Marşı... O tınılar, baharatlı kokular beni aldı götürdü. Zorlanmadım. Eşimle birlikte geldim, sonra ayrıldım, uzun yıllar oğlumu tek başıma yetiştirdim. Bir tek şeyde zorlandım (gözleri doluyor)...
- Neydi o gözlerinizi hâlâ yaşartacak kadar sizi zorlayan şey?
- Bayramlar. Burada bir ailem yoktu, kimsem yoktu. Sadece oğluşum vardı. Bayramlarda herkes çekiliyordu. Kalabalıklar içindeydim oysa, konserler, konservatuvar... Ama bayramlarda herkes hayatımdan çıkıyordu, oğlumla baş başa kalıyorduk. Bunlar zor geliyordu. Birkaç sene sürdü bu durum... Evliyken çok hissetmiyordum ama ayrıldıktan sonra o ıssızlık kolay değildi.
ERDOĞAN'A KONSER VERMEK İSTERİM
- Başkan Recep Tayyip Erdoğan'ın içinde bulunduğu bir protokole konser verdiniz mi hiç?
- Tayyip Bey konserimde henüz bulunmadı, beklerim. Ama benim müziklerimi biliyor. Ayvazovski'nin İstanbul'u projemizi biliyor ve dinledi. Sahnede olduğumda ben orada yokum, müzik var. Karşımda oturan insanlar da gönüller olarak var. Gönülden gönüle bir iletişim bu. Ankara Üniversitesi'nde olduğum esnada tek müzisyen bendim, meclis toplanırdı üniversite salonunda, cumhurbaşkanı, başbakan, tüm partiler, meclis toplantısı öncesi onlara konser verirdim. Beni bir arada dinlerlerdi, sonra meclise gidip tartışmalarını, kavgalarını yaparlardı. Mesut Yılmaz vardı o zaman, hiç gülmeyen bir adam olarak tanırdım onu, konserimde yüzü gülerdi. Ne güzel... Sanatın birleştirici gücü bu. Şimdi de böyle bir şeye ihtiyaç var. Haydi yapalım!
AYRIŞTIRMAK KOLAY, BİRLEŞTİRMEK ZOR
- Fazıl Say'ın konserine gitti Başkan Erdoğan...
- Çok şahane bir şey. Nasıl mutlu oldum. Orada burada eleştiren insanları hiç anlamadım. Nerede bir birleşme varsa ondan mutlu olmak gerekir. Ayrıştırmak çok kolay ama git orayı yapıştır çok zor. O yüzden güzel örnekler çoğalsın.
- Yeni projeleriniz var mı?
- Ayvazovski'nin İstanbul'u projemiz hem dijital sergi hem de konser formatında olacak. Rusya Türkiye hattı açısından çok önemli. Bu sene karşılıklı kültür yılı. Üç kez konser yaptık Rusya'da, tekrar gidiyorum. Bu konserler devam edecek. Rusya Türkiye arasında bir anlamda köprüyüm. İç içe olmalarını istiyorum. Uçak krizi sırasında çok üzüldüm. Çok modern ebru görüntüleri ve benim bestelerim üzerinden bir projemiz de var. Surname projemiz de yolda...
FAZLA TEVAZU İÇİNDEYİZ KONUŞMAMIZ LAZIM
- Ülkemiz her anlamda yurt dışından baskı görüyor. Bir röportajınızda "Türkiye'nin ne olduğunu hep anlatmaya çalışıyorum" demişsiniz. Nasıl bir ülke Türkiye sizin gözünüzde?
- Bu ülke katman katman medeniyetlerin olduğu bir yerde bulunuyor. Müthiş bir gelenek ve kültürün her yerden fışkırdığı bir yer. Bu aynı zamanda derin bir maneviyat anlamına geliyor. Bir yerde ne kadar güçlü ışık varsa, o ışığı o kadar çok söndürmek isteyen olur. Bakın güneş Doğu'dan yükselir denir. Burası öyle bir yer. Maneviyata değer veren insanlar, Türkiye'nin önemini çok iyi biliyor. Çok kıymet veriyorlar. Ve iyiliğini istiyorlar. Türkiye müthiş bir zenginlik içinde ama müthiş de bir mütevazılık var. Derviş duruşu gibi. Susmamak gerekiyor. Bu anlamda kültürel diplomasi konusu çok önemli. Sakin biçimde Türkiye'yi anlatmak gerekiyor. Fazla tevazu içindeyiz. Konuşmamız, anlatmamız lazım.
- TRT'de programa başladınız...
- Canla, başla, aşkla sanatımı icra ediyorum, insanlarla paylaşıyorum. Ayırmıyorum, her kesimden, her görüşten insanla bir aradayım. Sanatçının böyle olması gerekiyor. Sanatçının devlet tarafından desteklenmesi şahane bir şey. Sade, samimi bir program olsun istedim. Röportaj olayına da bayılırım aslında. Soran olmak çok keyifliymiş. Bir insanı çağırdığımda kültür sanat konuşmak için, ister siyasetçi olsun ister sanatçı onun iç sesiyle ilgileneceğim.
MÜSLÜMANIM DEMEK KOLAY İÇİNİ DOLDURMAK BİR YOLCULUK
- Müslümanlığı tercih etmişsiniz. Bir din arayışı mı vardı içinizde?
- Sovyetler Birliği'nde hepimiz ateisttik. Ama ben çocukluğumdan beri maneviyata çok önem veren biriyim. Ben tüm inanış felsefelerini araştırdım, gitmediğim buluşmadığım insan kalmadı. Ben özü arıyordum. Türkiye'ye geldiğimde burada yaşayacağım kesinleşti. Teyzem, "Kalacaksan Türk vatandaşı ve Müslüman olman gerekiyor" dedi. "Tamam ne gerekiyorsa o" dedim. Ben hepinizden farklı bir pozisyonda müftülüğe giderek Müslüman oldum. Ama onun içini doldurmak farklı bir durum. O yıllar içinde gelişti. O başka bir yolculuk. O yolculukta yüzeyde olanlarla yetinmedim, derine indim. İlahilerle başladım. Orada müthiş bir öğreti var. İnsan tecrübe etmeden o kelimeleri anlamıyor. Pasaportumda İslam yazıyor, o bir yolculuksa ve oraya "Eyvallah" dediysen, insan olarak senden başka bir şey beklenir