Ayla'nın ve Müslüm'ün yapımcısı olarak tanıdık onu. Bir yılda sinema yoluyla 12 milyon insana ulaştı Mustafa Uslu. Bugüne kadar sinemada unuttuğumuz bir türü, biyografi ve başarı hikayelerini taşıdı beyazperdeye... Ve bu tür tuttu! Sinema salonlarını unutmuş bir kitleyi, bu hikayeler harekete geçirdi. Üstelik daha yolun başında olduğunu söylüyor Uslu. "Ayla'yı yaptıktan sonra, ondan kazandığım parayla işi gücü sonlandırıp ömrümün sonuna kadar yaşardım" diyen Mustafa Uslu, kazandığını filmlere aktarmaya devam edecek. İlk olarak Çiçero geliyor. Bir avuç MİT mensubunun, yokluklar içinde Türkiye'yi İkinci Dünya Savaşı'na sokmamak için verdiği casusluk mücadelesi anlatılıyor filmde. Ardından Turkish'i Dondurma isimli film geliyor; 1915 Çanakkale Savaşı sırasında Avustralya'da iki Türk'ün kahramanlık hikayesini konu ediyor. Sonra Bir Umut isimli film... Antalya'da komadaki bir Rus gencine sahip çıkan Gülsüm Anne'nin hikayesi. Ve Naim Süleymanoğlu'nun hikayesi... Mustafa Uslu ile kendi hikayesini ve sinema sektörüne getirdiği soluğu konuşmak için buluştuk. Zaman zaman gözyaşlarının aktığı bir söyleşi gerçekleştirdik:
- Ayla ve Müslüm sinema sektöründe başka bir kulvarın da talep görebileceğini kanıtladı bize... Ve öyle görünüyor ki siz de bu kulvardan devam edeceksiniz yolunuza... Hikayeleri bulurken nasıl yola çıkıyorsunuz?
- 20 yıllık reklamcıyım. Ve buradan hareketle, dünyada nadir hikayelerin kıymetli olduğunu biliyorum. Ayla, Müslüm bu yüzden kıymetli. Bunları bulup film yaptığınızda kıymetli oluyor. Naim Süleymanoğlu'nun hikayesini yapacağız bu yıl, o da dünyada eşi benzeri olmayan bir başarı hikayesi. Okurum, araştırırım ben. Bana gelen hikayeleri çok dikkate almam, benim hissetmem gerekiyor. O hikayede bir ana duygu bulmam gerekiyor.
- Yapımcının toplumsal bir örnek olma misyonu var mı sizce?
- Bizim sektörün topluma karşı sorumluluğu büyük. Ama kimse buna dikkat etmiyor. Türkiye'deki yapımcılara şaşırıyorum. Hayatım boyunca para kazanmak için, kurgu bile olsa çocukların eline silah, uyuşturucu vermedim, onlara çete kurdurmadım. Üzülerek izliyorum dizileri. Kırtasiyeden defter almaktan daha kolay silah almak, öyle gösteriliyor. İnsanlar ağızları açık Pablo Escobar'ın hayatını izliyor; bu adam uyuşturucu taciri, katil, 8 bin insanın ölümüne yol açmış biri, dizi yüzünden bu adama sempati duyup, köpeğinin ismini Pablo koyan var. Çünkü senaristlerin elinden çıkan hikaye, sempati uyandırıyor. İnsanların bu yolla beyinleri yıkanıyor. Gerçek hayatta nefret edeceği, asla yan yana gelmeyeceği figürlere özenip, imreniyorlar.
- Film ama bu... İnsanlar bu gerçeği bilerek izliyor sonuçta...
- Yine de sorumlu davranmak gerekiyor bence. Bazı yapımlarda illegal şeyler o kadar özendirici ve basitmiş gibi anlatılıyor ki sokaktaki genç, üç kişi bir araya gelip çete kuracağını, cebinde tek kuruş olmadan silah temin edebileceğini, mekan basıp haraç alabileceğini, bu yolla lüks arabalara binip, lüks villalarda yaşayacağını sanıyor. Yok öyle bir hayat! İnsanlar böyle tehlikeli hayallere motive ediliyor! Yapımcı bu sorumluluğun bilincinde olmalı.
- Bu nedenle mi, başarı hikayelerine yönlendiniz?
- Tabii. Sinemada izleyecek bir şey bulamıyordum. Bakın bundan bir buçuk yıl önce kimsenin bir halk kahramanı olan Süleyman Dilbirliği'nden haberi yoktu. Bugün, adına Wikipedia'da sayfası var, lise ve orta öğretim kitaplarına, iyi kalpli Türk asker diye ismi girdi... Sadece Türkiye'de değil Güney Kore'de de ders kitaplarına girdi. Bunu biz bir filmle sağladık. Kıytırık mafya ve kenar mahalle dizileri çekeceğimize, bu adamı kahramanlaştırdık, insanlık çektik! Emin olun insanlık daha güçlü bir omurga. Neresinden tutarsan tut, insanlık hikayeleri sizi çeker, büyüler, alır götürür. Ve bu ülkede yüzlerce insan hikayesi var.
- Neler geçiyor aklınızdan düşününce...
- Mesela Antalya'da köylü bir kadın hastanede bitkisel hayattaki sahipsiz bir Rus gence 10 yıl annelik yapıyor, altını değiştiriyor. Öz annesinin yapmayacağını bir Türk anne yapıyor. Bu neden film olmasın, dizi olmasın? Biz böyle bir milletiz, özümüz bu. Aşık Veysel'i, Neşet Ertaş'ı, Pir Sultan Abdal'ı düşünün... Bu coğrafyadaki hangi değeri anlatsam az gelir. Biz ısrarla bizi biz yapan değerleri yok sayıp, Latin Amerika'daki sokak çetelerine özenip diziler yapıyoruz. Bu muyuz biz? Değiliz! Sinema yoluyla 11 ayda iki filmle 12 milyon insanın kalbine dokunduk. Bu insanları hayal kırıklığına uğratamam.
BİZİM KAPIMIZ İÇERİ AÇILIR
- Sinemanın gücü yadsınamaz değil mi?
- Sinema en güçlü iletişim kanalı. Reel
insanlar gidiyor. Ve sadece perdeye fokuslanıyorlar.
Televizyon gibi değil. Biz Türk milleti
olarak özel bir milletiz. Bizim kapımız
içeri doğru açılır. Kalbimiz gibi. Gece yarısı
birinin kapısını çalsan seninle sorgusuz ekmeğini
paylaşır. Bir Avrupalı böyle yapmaz.
Üç buçuk milyon Suriyeliye kapımızı açtık
biz. Biz açmasak onlar Avrupa'da sersefil,
kamplarda eziyet çekecekti. Biz vicdanlı
bir milletiz. Süleyman Dilbirliği, Ayla'yı o
vicdanla kucağına aldı, sahip çıktı. Bu bizim
milletimizin hikayesi. Ben bunu anlatmalıyım,
dünyaya bunu göstermeliyim. Yunanlı
mı, Amerikalı mı çekecek bu filmi? Hayır!
Biz çekeceğiz. Ne kadar özel bir millet olduğumuzu
onlar anlayana kadar, görene kadar
anlatacağım. Bu uğurda ödüllerden de vazgeçerim...
- Ne demek istediniz biraz açar mısınız?
- İlk kez size söylüyorum bunu... Biz Ayla
filmiyle Oscar Ödülleri'nde son dört saate
kadar sekizinci sıradaydık. Benim bir konuşma
yapmam istendi. Eğer ben o konuşmayı
yapsaydım, biz Oscar'ı almıştık. Ama ben
hayatım boyunca, ne bayrağıma, ne vatanıma,
ne milletime asla ihanet etmem, kötü
bir şey söylemem. Bunu yaparak bir yerlere
gelmek hiç tarzım değil.
- Nasıl bir konuşma yapmanızı istediler?
- "Özgürlüklerin olmadığı bir ülkede film
yapmanın ne kadar zor olduğunu biliyor
musunuz?" diye başlayan bir konuşmaydı...
Ve ben bunu yapmadım. Yapsaydım Oscar'ı
almıştık. İnkar edilemez bir insanlık hikayesini
reddetti Oscar. Ben mi kaybettim? Hayır.
Oscar, yetim Ayla'nın yüzüne kapıları
kapattı diye Los Angeles'taki Güney Kore
Mahallesi eylem başlattı. İmza kapmanyası
düzenledi. Bir Türk filmini Amerikalı Koreliler
savundu orada. Ama kendi milletimizin
Oscar seçici üyesi Ayla'ya oy vermedi... Olsun,
Türk halkı bize Oscar'ı verdi zaten.
DAĞITIM ŞİRKETİYLE ANLAŞMAYA VARDIK
- Gündemde dağıtım firmaları ve yapımcılar arasındaki 'mısır-bilet' tartışması var. Bazı yapımcılar filmlerini vizyona sokmayacaklarını bile açıkladı. Sizin son duruşunuz ve tavrınız ne olacak? Bu tartışmayla ilgili ne diyeceksiniz?
- Biliyorsunuz ki Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bir yasa tasarısı hazırlandı ve yeni sinema kanunu yolda. Kısa ve uzun vadede, hızla büyüyen sinema sektörümüz adına çok büyük faydalar sağlayacağına inanıyorum. Bu arada dağıtım şirketiyle yaptığımız yoğun toplantılarda biz de bir anlaşmaya vardık. 18 Ocak'ta yani iki hafta gibi kısa bir süre sonra Çiçero'yu vizyona sokuyoruz. Mart ayında da ikinci filmimiz Turkish'i Dondurma vizyona girecek.
- Müslüm filminin ortak yapımcısı ile aranızda gelişenler hakkında da son duruma dair bilgi verirseniz çok iyi olur...
- Kendisi ortak yapımcı değil, dışarıdan yatırımcı ortaktır... Şu an aramızda hukuki bir problem de bulunmamaktadır.
İki abim traktörün altında can verdi
- Sizin hayatınızdan film olur mu?
- Hem de bol dramlı. Tokat Zile doğumluyum. Annem ve babam, okuma yazma bilmeyen, tarlada çalışan, halkın "ırgat" dediği insanlardan. İki abim traktörün altında kalarak hayatlarını kaybettiğinde, ben doğmamışım bile... Mustafa ve Erdoğan abimi hiç görmedim ama onların acıları hep ailemizin içindeydi. Doğduğumda ismimi Murat koyuyorlar ama abim Mustafa'nın kimliğiyle büyüyorum. Köylük yerdeyiz çünkü... Annemin iki evladının acısını unutmak için kendine seçtiği yol, yazlık Aykut Sineması'na gitmek oluyor. Orada iki saat boyunca filmleri izliyor, derdini tasasını izlediği Aliye Rona'ya, Erol Taş'a beddua ederek hafifletiyor... Ben o annenin oğlu olarak, bir yaşımdan 16 yaşıma kadar yazlık Aykut Sineması'ndaki filmleri annemle birlikte izledim. Annem mahallenin çocuklarını da toplardı, bize ekmeğin üzerinde kuşburnu reçeli, salatalıklar hazırlardı. 16 yıl boyunca annem filmleri seyretti, ben onun filmleri izlerken ağlayışını, gülüşünü seyrettim. Sonra o sinemada çalışmaya başladım. Arif Abi ile gelen afişleri asardım, boynuma arkalı önlü tahta afişler takılırdı, mahalle mahalle gezerdim öyle. Sinemacılığı bana annem mi öğretti bilmiyorum ama insanların kalbine dokunmayı öğrettiği kesin. Şimdi o bir melek. Onun adına Melek sinemalarını açıyoruz ve reklamsız tek sinema olacağız.
- Babanızla ilişkiniz nasıldı peki?
- Babamla bir ilişkim olmadı. O yüzden Süleyman Dilbirliği benim için özeldir. O içindeki evlat özlemini Ayla ile, ben içimdeki baba özlemini onunla giderdim. Bizim Süleyman Amca ile özel bir ilişkimiz var. Babam iki oğlunun kaybından sonra belki de bu durumu kaldıramadı ve anneme, bize çok eziyet etti. Kocasından şiddet gören bir annenin çocuğuyum. Biz küçük yaşlarda ablamla evden kaçtık resmen; ablam evlenerek, ben askeri okula yazılarak evden ayrıldım. Ankara'ya askeri okul imtihanlarına geldiğimde sokakta yattım, aç susuz imtihana girdim, 400 metre koşuda açlıktan bayıldım. Ama girdim okula. Sekiz yıl orada muvazzaf subaydım.
Profesörle kağıt toplayan aynı salondaydı
- Sektöre girişiniz nasıl oldu?
- İstanbul'a geldim. Askerdeyken de freelance reklam senaryoları yazardım, İstanbul'da bu işe başladım. Kendi yapım şirketimi 1999'da kurdum. Reklam filmleri çekmeye başladık. Karışık bir piyasaydı ama biz kendi müşterilerimizi yarattık. Mecidiyeköy'de apartman katında kendi bilgisayar markalarını yapmaya çalışan Casper diye bir markayla çalıştık mesela. Şimdi onlar dev oldu. Reis Bakliyat'ın ilk reklam filmlerini çektik. Klip çekmeye başladık sonra. Ayşe Hatun Önal'ın Kırıcan mı Belimi şarkısına klip çektik, çok ses getirdi. Ardından 2 binin üzerinde klip çektik. Hem kliplerden, hem reklamlardan ödüller aldım.
- Peki sinema sektöründeki acelenizin nedeni ne? 2019'da arka arkaya filmlerle beyazperdede olacaksınız? Niye yıllara yaymıyorsunuz?
- Naim Süleymanoğlu Seul'de ilk olimpiyat rekorunu kırıyor, sonra sahneye çıkıp üç rekor daha kırıyor. Ona da bunu soruyorlar, "Niye beklemediniz, ihtiyacınız yoktu ki arka arkaya kırdınız rekorları?" diye. O da, "Benim ihtiyacım yoktu ama ülkemin çok ihtiyacı vardı bu rekorlara" diyor. Ülkemin bu filmlere çok ihtiyacı var. Son 15 yılda çok kötü filmlere maruz kaldık. Hiçbir annenin babanın çocuklarına örnek gösteremeyeceği hayal kahramanları yaratıldı. Şükürler olsun, biz bu piyasaya girdikten sonra Türk sinemasının gişesi arttı. Sinemaya küs olanları sinemayla barıştırdık. Ayla'da hiç görülmemiş bir profili çektik salonlara. Ünlü yönetmen Nazif Tunç bana dedi ki, "70'li yıllarda Sultan'la Kadir bir film yaptığında, Çeliktepe, Kuştepe, Çin Çin Mahallesi'ndeki kadınlar gruplar halinde sinemaya giderdi, sen bunu 2018'de başardın." Müslüm'de bu farklı bir boyuta taşındı, profesörle, sokakta kağıt toplayan çocuk aynı filmde izleyiciydi... Beraber ağladılar, beraber alkışladılar.
15 TEMMUZ'DA ÇANAKKALE RUHU CANLANDI
- İyiye reaksiyon veren bir seyirci, halk kitlesi var diyebilir misiniz?
- Çok güzel bir mozaiğiz, Türküyle, Çerkeziyle, Kürdüyle, Lazıyla, Ermesiyle, Pomağıyla... Bu toplum birleşince çok güzel oluyor. Bunu en iyi 15 Temmuz'da gördük. Ülke çiçek açtı o gece. Sağcısı, solcusu, rastalısı, herkes omuz omuzaydı, Çanakkale ruhu canlandı. Güzelleşti ülke. İyi şeylere tepki veren bir milletiz biz.