Sam Allardyce, geçen sezon Everton'ı devraldığında, takım düşme potasının kıyısındaydı. 13'üncülükten aldığı takımı sezon sonu sekizinci sıraya çıkardı. Özellikle iç sahada kolay kolay kaybetmeyen bir takım yarattı. Ama tribünlerden yükselen homurtulara ve ıslıklara mani olamadı. Zira oynattığı futbol keyif vermek bir yana, Everton'ı izlerken insanın içi geçiyordu. Nitekim sezon bitiminde kulüple yolları ayrıldı.
Everton gibi köklü ama başarıya, zirve yarışına hasret bir camia için dahi, artık tek başına sonuç almak yetmiyor. Taraftar sonuç kadar 'nasıl' sorusuna da cevap arıyor. Seyrettiği oyundan lezzet almak istiyor. Ve kazansa bile oyun tatmin etmediği zaman tepki gösteriyor.
Peki ama futbolun bu denli endrüstrileştiği, neticenin nakit olduğu bir dönemde stil gerçekten de bu denli belirleyici olmalı mı?
Klopp Premier Lig'de Liverpool'la henüz tek bir kupa dahi kazanamadı. Ancak oynattığı heyecan verici futbol ve tabii karizmatik kişiliği, onu eleştirilerden büyük ölçüde muaf tutuyor. Aynı sürede iki yerel kupa bir de UEFA Avrupa Ligi kazanan, geçen sezonu Liverpool'un önünde bitiren Manchester United menajeri Mourinho ise topun ağzında. Portekizli'ye yöneltilen çok sayıda eleştiri arasında, kulübün genlerine aykırı pasif bir futbol oynatması da var.
Avrupa'nın halen en gözde teknik adamlarının büyük kısmı, proaktif anlayışı benimseyen isimler. Guardiola, Sarri, Pochettino, Klopp, Tuchel vs diye uzuyor liste. Onları böylesine popüler kılansa sadece kazandıkları kupalar değil, insanlara heyecan veren oyun tarzları. Zaten genel anlayış, genlerinde büyüklük yatanlar için zayıfların taktiğiyle kazanmanın kabul edilemez olduğu. Real Madrid vaktiyle Capello'yu üstelik de takımı şampiyon yaptığı bir sezon sonunda yollamış, gerekçe olarak da İtalyan'ın oynattığı futbolu göstermişti. Real Madrid kazansa bile öyle oynamazdı. Fakat herkes ekonomi, taraftar potansiyeli ve diğer parametrelere göre bu denli görkemli olmak zorunda değil. Son yılların en çetin cevizi Atletico Madrid gibi... 2013'ten bu yana, bir lig şampiyonluğu kazanan, iki Şampiyonlar Ligi finali oynayıp Avrupa Ligi'ne uzanan Atleti, bu dönemde ortalama 82.5 puan toplamış.
Barcelona 91, Real Madrid ise 87.5 puan almış aynı süreçte. Aralarındaki devasa ekonomik uçurum düşünüldüğünde bu tablo tam bir başarı hikayesi. Simeone'nin belki de en büyük becerisi ise bu oyun tarzını Atleti'nin kimliği haline getirmesi. Taraftar da afili çalımlardan ya da bol gollü galibiyetlerden değil, asla pes etmeyen kemik gibi bir takım izlemekten keyif alıyor.
Sözün özü, futbolseverlerin haftada 30 maç izleyebildiği bir dünyada insanları sadece sonuçla tatmin etmek imkansız. Seyrettikleri 'ürünün' keyif vermesini talep ediyorlar. Bu talebi göz ardı eden ya da beklentileri karşılayacak kalibreye sahip olmayanlarsa eninde sonunda futbol sahnesinden silinmeye mahkum... Tabii aynı denklem sadece eğlendiren ama kazanmayı bilmeyenler için de geçerli.