İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) geçen günlerde Birlikte Yaşamak: Kültürel Çoğulculuğu Sanat Yoluyla Geliştirmek adlı bir rapor açıkladı.
Kanada'daki Trent Üniversitesi'nden Dr. Feyzi Baban ve Wilfrid Laurier Üniversitesi'nden Dr. Kim Rygiel'ın, beş yıl boyunca Almanya başta olmak üzere Avrupa'nın çeşitli ülkeleri ve Türkiye'de yaptığı araştırma ve gözlemlere dayanan rapor, mülteci krizi sonrasında iyiden iyiye alevlenen dünyadaki farklı kültür ve etnisiteye sahip toplumların nasıl birlikte yaşarız sorusuna cevap arıyor.
Malum dünyanın içinden çıkamadığı bir sorun bu. Hemen hemen her toplum farklılıklar barındırıyor. Farklılıklar zenginliğimizdir anlayışı yerine dünyada özellikle de Avrupa ve Amerika'da bu farklılıkları yok sayan, farklı olanı ötekileştiren, ayrımcılığı ve ırkçılığı söylem seçen yeni sağ yükselişteyken bu rapor herkese çok şey söylüyor. Ayrıca birlikte yaşama sorununun çözümünde kültür sanatın nasıl güçlü etkiler yaratacağı örneklerle anlatılıyor.
Beş yıl boyunca birçok ülkede gözlemler yapan Dr. Feyzi Baban ile hazır Türkiye'ye gelmişken, birlikte yaşamanın formülü üzerine konuşalım istedik. Baban da Pazar SABAH'ın sorularını yanıtladı ve dünyanın içinden çıkamadığı, çıkamadıkça iyice çetrefilleşen birlikte yaşayamama sorunu ve bunun çözümüne dair düşüncelerini açıkladı.
- Ne oldu da ülkelerin en önemli sorunlarından biri birlikte yaşama meselesi oldu?
- Bütün dünyada, bütün ülkelerde bir çoğulculaşma var. Özellikle küreselleşmeden sonra dünyadaki nüfus hareketleri arttı. Mesela Avrupa ülkelerine kimi daha iyi bir yaşam sürmek, kimi ülkesindeki savaştan, kimi ekonomik zorluklardan kaçmak için göçmen ya da mülteci olarak gitmeye çalışıyor. Buna ek olarak zaten her ülkenin, her toplumun içinde de etnik, dinsel, kültürel olarak farklı gruplar mevcut. Bu aslında normal bir durum. Fakat birbirinden farklı olan insanların birlikte nasıl yaşayacağı böyle bir durumda sorun olarak önümüze geliyor. Bu sorunun çözümü için de bir yol ve yöntem bulunması gerekiyor.
- Şimdiye kadar nasıl yöntemler denendi?
- İlki asimilasyon. Zorla farklılıkları ortadan kaldırmak. Vakti zamanında Almanya'nın, Hollanda'nın, Avusturya'nın şimdilerde Danimarka'nın yaptığı bu. "Biz başkalık istemiyoruz hepimiz aynı olalım" deniliyor. Bu olmadı çünkü aynılık, hayatın doğasına ters bir şey. İnsanların etnik, dinsel, kültürel aidiyetleri var sonuçta. Bu aidiyetlerini yaşamak istiyorlar. İkinci yöntem de çokkültürlülük. Bu yöntemde farklılıklar kabul edildiğinde daha barışçıl yaşanacağına inanılır. Bu doğru bir yaklaşım ama uygulamada istenen sonuç alınamadı.
- Neden?
- Bu yaklaşımın problemi de farklılıkları tanıdıktan sonra hâlâ birbirimizi nasıl tanıyacağız, etkileşim nasıl olacak sorusuna cevap verememesi. Mesela Almanya'da Türkler, Fransa'da Faslılar ve Tunusluların farklılığı tanınıyor. Biz Kürt realitesini tanıyoruz. Fakat bu farklı kimlikler hangi ortak alanlarda etkileşime girecekler, bilinmiyor. Çünkü ortak alan olmadığı zaman toplumlar, birbirinden ayrı gruplar halinde yaşar hale geliyor.
GÜNLÜK HAYATTAKİ ETKİLEŞİMLER ÖNEMLİ
- Toplumların etkileşim içinde olmadan gruplar halinde yaşama pratiği böyle mi çıktı?
- Evet! Mesela Fransa'da Mağribilere karşı "Sen Paris banliyösünde yaşa, çok da Paris'in içinde dolaşma, seni gözüm görmesin ve böyle birlikte yaşayalım" gibi bir anlayış ortaya çıktı. Ama göçmenler, mülteciler toplum hiyerarşisinde alt katmanda olduğu için bu gruplaşmalar onların zararına oldu. Hal böyle olunca, ayrımcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı devam etti ve ediyor.
- Peki nasıl çözülecek bu mesele?
- Farklılıkları tanımak bir aşama, ikinci aşamaysa farklı grupların birbirini tanıyacağı, etkileyeceği, birbirleriyle buluşabileceği ortak alanlar ve mekanizmalar yaratmak. Bu mekanizmaların bir kısmı, Avrupa bağlamında düşünecek olursak, devlet politikaları. İş yaşamından ev yaşamına, sağlık ve eğitim sistemlerinde azınlık grupların haklarının korunmasını sağlayabilir devlet politikaları. Ama bu devlet politikalarını ne kadar iyi uygularsanız uygulayın yeterli olmuyor. Bir de günlük hayat içerisinde insanlar arasında etkileşimi sağlayacak sivil inisiyatifler yaratmak gerekiyor. Biz de raporumuzda tam da böyle durumlarda sivil inisiyatiflerin kültür sanatla insanları nasıl kaynaştıracağını anlatmaya çalıştık. Almanya'da bunu görüyoruz. Sivil inisiyatiflerin çalışmaları Almanya'da yükselen ırkçılığa karşı, ben ve öteki ayrımını ortadan kaldırmak için günlük hayatta etkileşim yaratıyor.
SURİYELİLERLE GÜNLÜK HAYATTA TEMAS KURMALIYIZ
- Türkiye'de 3.5 milyon Suriyeli var. Peki bizim Suriyelilere bakışımız nasıl?
- Türkiye çok önemli bir şey yaptı. Sınırlarını açıp 3.5 milyon insanı ülkesine aldı. Fakat, savaş bitince insanlar gidecek sanıldı ama savaş bitmiyor ve birçoğu da gitmeme eğiliminde. Peki biz Suriyelilerle nasıl birlikte yaşayacağız? Bizim de cevabını bulmamız gereken soru bu. Almanlar nasıl yıllarca Türkleri tanımadan önyargı geliştirdiyse biz de benzer bir şeyi Suriyelilere yapmaya başladık. Onlara karşı önyargılar var. Şimdi bu sorunu çözmek için ilk olarak devlet politikalarına ihtiyaç var. Kimi politikalar uygulanıyor. Ama önemli olan günlük hayat içerisinde biz bu önyargıları kırıp Suriyelilerle nasıl temas edilebilir, onlarla insani ilişki kurulabilir bunun yollarını aramamız gerekiyor. Mesela Gaziantep'teki Kırkayak Kültür Merkezi'nde açık bir alan yaratılmış. Türkler ve Suriyeliler de orada gidip birbirleriyle etkileşim içerisine girebiliyor. Bu etkileşim kültürel geçişlerin toplum içinde gerçekleşmesini sağlıyor. Yine İstanbul'da da oluşumlar var. İKSV etkinliklerinde bu tür etkileşimlerin yapılması sağlıyor. Temel mesele siz farklı bir grupla iletişime geçerseniz onu anlarsınız. Bize düşen de bu işte.
MESUT ÖZİL'İN ALMANLIĞI SORGULANIYOR
- Almanya'daki Türklerin yaşadığı temel sıkıntı da bu mu?
- Almanya'da Türklerle ilgili fazla önyargılı olan grupların Türklerle hiç irtibatının olmadığını görüyorsunuz. Ama Berlin'de Türklerle iletişim halinde olan Almanların böyle önyargıları yok. 1991'de Almanya'da bir araştırma yapmıştım. Bu süreçte beni çok şaşırtan, ortalama Almanların, 1960'lardan beri o ülkede yaşayan Türklerle ilgili hiçbir şey bilmemesiydi. Ne kültürleriyle ne inanışlarıyla ilgili bir şey bilmiyorlardı. 30 yıl geçmiş ve kim bunlar diye bir merak yok?
- Tam da bu noktada Mesut Özil meselesini sorayım. Neden dışlandı?
- 1990'da Almanlar göçmen ülkesi olduklarını kabul etmiyordu. Şimdilerde kabul ediyorlar ama ne yapacaklarını bilmiyorlar. Hâlâ Mesut Özil'in, Fatih Akın'ın ve o topluma entegre olmuş, o toplumun bir parçası olan ama farklı bir aidiyeti de olan insanların yaygın bir biçimde Almanlığı sorgulanıyor. Almanca konuşan, orada okumuş, milli takımda oynamış, vatandaşı olan Özil ve onun gibi insanlar Alman toplumunun bir parçası oysaki.
ALMAN KİMLİĞİ TARTIŞILIYOR
- Neden sorgulanıyor?
- Özellikle üçüncü jenerasyon Türklerin, Almanya'da Alman kimliğinin nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkin bir talepleri var. Özil gibi Almanya'da başarılı olan insanlar mealen "Eğer birlikte yaşayacaksak, ben bu toplumun bir parçası olacaksam, o zaman beni de ait olduğum diğer kimliğimle kabul etmeniz gerekiyor" diyor. Keza Fatih Akın'ın da aynı talebi var. Ama bu Almanların kendilerine ait olan Alman kimliğine uymuyor. Mesela 1991'de birinci jenerasyon ile konuştuğumda onlar "Bizim Alman olmak gibi bir talebimiz yoktu. Zaten biz Almanız desek bize kargalar güler. Ama benim çocuğumun Alman olma talebi var" diyorlardı. İşte Almanlar açıkçası bu talep karşısında ne yapacaklarını bilmiyor. Mesela Almanların ünlü filozofu Jürgen Habermas Alman kimliğiyle ilgili tartışmalarda "Almanlık kültürel ve etnik kimlik üzerinden tanınmamalı. Almanlık, Almanya'nın ait olduğu değerlere bağlılık üzerinden tanımlanmalı" demişti.
SÖYLEMLERİ DÜRÜSTÇE DEĞİL
- Bu sorunu sadece Almanya yaşamıyor. Avrupa'da pek çok ülke yaşıyor. Peki bu durum yükselen aşırı sağın, doğal olarak artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının da kaynağı mı?
- Habermas'ın açılımını Avrupa'daki yeni sağ reddediyor. Onlar "Ne yeni gelenleri, ne de yeni gelenlerin farklılığını istemiyoruz. Yeni gelenler geliyorsa da bizim gibi olsun" diyorlar. Tabii bu dürüst bir söylem değil. Mesut Özil ve diğerlerinde olduğu gibi, onlar gibi olunca da sürekli bir dışlanma yapılıyor. Benzer bir durum ABD için de geçerli. ABD bir göçmen ülkesi olmasına, farklılıkları kaynaştırmayı başarmış olmasına rağmen Trump çıkıp "Yeni gelenleri istemiyoruz" diyor. Bu hem Avrupa'daki hem de ABD'deki yükselen, yeni sağın söylemi. Bu söylem ırkçılığı ve ayrımcılığı da tetikliyor.
DÜNYADA IRKÇILIK KARŞITI CİDDİ HAREKETLER VAR
- Dünyada siyaseten ırkçı söylemleri savunan hareketler var. Ve bunlar iktidara gelebiliyorken birlikte yaşamak nasıl olacak?
- Biz araştırmamızda ve raporumuzda da dikkat çektik. Resmin bütününü görmemiz gerekiyor. Mesela Trump birtakım Müslüman ülke vatandaşlarına ABD için yasak koyduğu zaman yüzlerce, binlerce avukat havalimanlarına akın edip o insanlar için mücadele etti. Neden? Çünkü "Benim adıma yapılan bu siyaseti ben kabul etmiyorum" dediler. Yine Trump, göçmen çocukları ailelerinden ayırdığı zaman çocukların kaldığı misafirhanelerin önüne binlerce Amerikalı gitti. O çocukları aileleriyle buluşturdular. Keza Almanya'da ırkçılar gösteri yaparken ırkçı karşıtı gruplar da onlara karşı bir mücadele yürütüyor. Evet, ABD ve Avrupa'da aşırı sağın sesi yüksek çıkıyor belki ama oralarda bu politikalarına karşı gelen ciddi hareketler de var. Bunları da görmemiz gerekiyor.
- Aşırı sağın sesi neden yüksek çıkıyor?
- Ya iktidardalar ya da iktidarı etkileyebilecek bir durumdalar. Dolayısıyla kamuoyundaki tartışmaları etkileme, organize olma güçleri çok fazla. Danimarka'da mesela tartışmaları bloke edebiliyorlar. Hal böyle olunca da sanki ABD ve Avrupa'daki ülkeler tamamen yeni sağa kaymış gibi bir algı var. Buna aldanmamak gerek. Aynı ülkelerde bu yeni sağın ırkçı, ayrımcı politikalarının karşısında duran hareketler var.
İLETİŞİME GEÇMEK GEREK
- Irkçılığın, yabancı düşmanlığının, panzehri öteki olarak görüleni tanımak, onunla iletişime geçmek mi?
- Evet. Bir insanla iletişime geçince onu anlamaya başlarsınız. Birlikte yaşayamama meselesinin en temelinde farklı aidiyetleri olan insanların birbirini tanımaması yatıyor. Almanya'da Über den Tellerand (açık fikir) adlı bir sivil inisiyatifini kuran Rafael Strasser bana şunu demişti: "Almanya'nın yüzde 30'u ırkçı, yüzde 30'u ise ırkçılık karşıtı. Ama arada bir yüzde 40'lık kesim var. Biz etkinliklerimizle onların aşırı sağa kaymasını engellemek istiyoruz. Bu kesim, mültecileri ve göçmenleri tanımıyor. Ama tanıyınca da sempati duyacak, onları anlayacak insanlar. Böylece ırkçılığın önünü kesmek istiyoruz."