Edebiyatımızın unutulmaz yazarı Yusuf Atılgan'ın Can Yayınları'ndan çıkan son kitabı 'Siz Rahat Yaşayasınız Diye' yazarın kitaplarına girmemiş yazıları, şiirleri, söyleşileri ve çevirilerinden oluşuyor. Yazarın sevenlerini asıl heyecanlandıran ise kitapta yer alan, Atılgan'ın arkadaşı İhsan Bayram'a köy evinin ocağındaki külleri göstererek 'İşte Eşek Sırtındaki Saksağan' dediği yüzlerce sayfalık romanının bulunan sayfaları oldu. Atılgan'ın oğlu Mehmet ve eşi Serpil Atılgan, yazarın ölümünden sonra ondan kalan notları karıştırırken daha önce görmedikleri sayfalara rastlarlar. Ali karakterinin anlatımıyla başladığını görünce heyecanlanırlar. Çünkü babasının yaktığını söylediği 'Eşek Sırtında Saksağan' adlı romanının karakterlerinden birinin adının da Ali olduğunu biliyorlardır. O an ellerinde sobada yakılan romanın sayfalarının bir bölümünü tuttuklarını anlarlar. Bu edebiyat dünyasında heyecanla karşılanan bir gelişme olur. Peki, Yusuf Atılgan gibi zor yazan bir yazar, kendi elleriyle yüzlerce sayfalık emeğini nasıl yok eder? Biz de tüm bu efsunlu süreci ve Yusuf Atılgan'a dair merak edilenleri yazarın oğlu Mehmet Atılgan ve eşi Serpil Atılgan ile konuştuk.
- Bulduğunuz sayfaların "Eşek Sırtındaki Saksağan" olduğundan nasıl emin oldunuz?
- Mehmet Atılgan: Babam "Eşek Sırtındaki Saksağan"ı yazarken hem anneme hem de yakın arkadaşlarından İhsan Bayram'a romanın kahramanlarından bahsetmiş. Romandaki sakat çocuk Ali'yi zaten biliyorlarmış. Erdal Öz'e mektuplarında da söz etmiş. Bölümlere koyacağı adları falan da belirtmiş hatta: Böcekler, Toz, Çamur. Ondan kalan notları karıştırırken Ali isimli o karakterin anlatımıyla başlayan bir nota rastladık. Bu önlü arkalı el yazısıyla yazılmış toplamda yirmi sayfayı bulan bir anlatıydı. Anladık ki elimizde 'Eşek Sırtındaki Saksağan'ı tutuyoruz.
- Sizce kolay yazamayan bir yazar, neden tüm emeğini bir anda yok etmiş olabilir?
- Mehmet Atılgan: İhsan Bayram birkaç yıl önce kendisini İzmir'de ziyaret ettiğimde bana "600 sayfa falandı" gibi bir laf etmişti ama ben inanamadım buna. Çünkü babam o kadar uzun yazmazdı.
- Serpil Atılgan:
İhsan'a "Kafamda böyle uzun bir şey var. 600 sayfa falan gibi" demiş olabilir. Belki o kalmıştır İhsan'ın aklında. Çünkü yazdığı romanların hepsini bir araya getirsek 600 sayfa etmez. Uzun anlatıların insanı değildi Yusuf. Ama bence bu romanı tamamlasaydı diğerlerinden farklı ve sanki daha bile güzel bir roman ortaya çıkacaktı.
- Mehmet Atılgan:
Babam daktilo sevmezdi. El yazısıyla yazmayı tercih ederdi. İzmir ve Manisa'da babamın romanlarını daktiloya geçiren arkadaşları vardı. İletişim Yayınları'nın 1992 yılında yayımladığı 'Yusuf Atılgan'a Armağan' adlı kitapta İhsan Bayram'ın babamla bu roman üzerine geçen bir anısından bahsediliyor: "O aralar bir köy romanı, Eşek Sırtındaki Saksağan'ı yazıyordu. (...) Roman daktiloya çekilmeye kalmıştı. Daha önceden sözleştiğimiz gün köye gittiğimde ne yazık ki sayanın yanındaki ocakta duran külleri gösterip: 'İşte Eşek Sırtındaki Saksağan.' dedi. Bizim bildiğimiz de bundan ibaretti. Ne düşündü, neden bu kısmı da yok etmedi net olarak bilmiyoruz ama ilk yirmi sayfanın üzerinde belki de çalışmayı düşünüyordu, gerisini yakmıştı.
- Başka dostlarına da bu romandan bahsetmiş miydi?
- M.A:
Erdal Öz'e 1960'ta yazdığı bir mektubunda babam şöyle diyor: "Eşek Sırtındaki Saksağan"dan söz etmemi istiyorsun. Bilmem ki dostum, ancak yirmi sayfası yazılabilmiş bir romanın nesinden söz edilir? (...) Çok güç ilerliyor, çok güç. Üstelik bu sıralar biraz dağınığım. Günlük yaşamdan sıyrılıp kişilerimi gereğince yaşayamıyorum. Sabretmem gerek; aceleye getirmek istemiyorum; çünkü sonunda kendimin de beğenebileceği bir roman olmaması için hiçbir sebep yok. Laclos'un 'Tehlikeli İlişkiler'de, Faulkner'in 'Döşeğimde Ölürken'de, Roger Nimier'nin 'Le Hussard Blue'da kullandıkları teknikle, kişilerin ağzından yazıyorum. Kafasından demek daha doğru olacak çünkü çoğu yerde düşünüyorlar. Ana olay yok romanda; küçük olaycıklar, anılar, saptamalar, izlenimler, çağrışımlarla kuruluyor (...)"
"ŞİMDİ PİŞMANIM"
1988 yılında Cumhuriyet Dergi için Refik Durbaş'ın yaptığı söyleşide ise şöyle diyor: "1965 yıllarıydı. Bir köy romanı yazıyordum. "Eşek Sırtındaki Saksağan". Romana başladım, yazıyorum. Roman neredeyse bitmek üzere. Birden yadırgadım. O sıralar Faulkner'ın Döşeğimde Ölürken'ini okuyorum. Bu romanın tekniğini kullanmışm. İçeriğiyle pek ilgisi yok. Biliyorsun Faulkner'ın bu romanında olayı birisi anlatır, sonra başka biri alıp götürür. Benimkindeyse geçişler çok daha sözel bir geçiş gibi. Yani o sözü orada biri bırakmış da burada başka biri alıyor. Çok güzel bir ayarlama da yapmışım. Öyle olduğu halde büyük bir benzeşim havası yarattı bende ve o romanı yırttım. Şimdi ise pişmanım tabii."
YAZIK ETMİŞ BABAM
Mehmet Atılgan romanı yakması konusunda babasına kızdıgını söylüyor: "Aslında bir okuyucu olarak bana sorarsanız abarttığı gibi 'Döşeğimde Ölürken'le abarttığı gibi bir benzerlik yok. Sırf anlatım tekniği benziyor diye neredeyse bitmiş bir romanı yakıyor. Bana sorarsanız, kızıyorum kendisine bu konuda. Tabii kendisiyle konuşmadan kızmak anlamsız. Ama insan, düşünüyor ve kızıyor. Babamın da sık sık kullandığı bir söz vardır, Fazla tevazu kibir barındırır, diye. Çok severdi bu sözü. Ama şu altı yüz sayfalık şeyi sobaya atması neredeyse böyle bir durum gibi geliyor bana. Okuduğunuzda o kadar iyi olduğunu görüyorsunuz çünkü. Yazık etmiş, diyorum. Kızayım mı, saygı mı duyayım, bilemiyorum."
YAZMAK KOLAY İŞ DEĞİL
Mehmet Atılgan İstanbul'daki günlük hayatlarına dair aklında kalanları ise tebessüm ederek anlatıyor: "Sabaha kadar oturup yazdığına tanıklık etmedim. Benim onu yazdığını gördüğüm dönem Canistan'ı yazıyordu. Bir gün anneme Canistan'dan 'çorba'lı bir bölüm okutmuştu. Sonra Canistan'ı okuduğumda o an gelmişti gözümün önüne, Demek ki o bölüm, burasıydı, diye. Çorba kalmış bir tek aklımda. Küçük Moda'daki Bomonti çay bahçesine sık sık giderdi. Küçük bir evimiz vardı Moda tarafında. Biz başka bir eve kiraya çıktık sonra. Babam o küçük eve yazmaya giderdi. Kalırdı orada. Dikkatini koruyabilen bir yazar değildi zaten, bunu kendisi de söylemiştir röportajlarında.
BENİ OKULDAN ALIRDI
Öbür eve geçmesini yadırgamıştım biraz tabii. Çünkü akşam evde annem yalnız yatıyor. Değişik gelmişti başlarda. Sonuçta benim babam yazardı, ne kadar küçük yaşta da olsam onun mesleğinin bu olduğunu biliyordum. Hatırlıyorum çünkü, 'Bugün yazamadım, odaklanamadım,' gibi lafları olurdu. Demek ki kolay bir iş değil gibi düşünmeye başlamıştım. O dönemde bana olan ilgisinde azalma olmadı ama. Beni yine okuldan alırdı. Annemden daha çok bu tür işlerime koştururdu. Babam hayattayken, çocukluğumun beş yılı babamın, beş yılı da annemin çalışması olarak ayrıldı, diyebilirim. Ortaokula başladığım dönemin ikinci haftasında kaybettik babamı.
ESNAF LOKANTALARINI SEVERDİ
Mehmet Atılgan, babasının esnaf lokantalarını çok sevdiğini söylüyor: "Manisalı, Yunanistan'dan göçen bir ailenin çocuğu olduğu için Ege yemekleri ve klasik Türk mutfağını severdi. Ben çocukken epey yemek seçerdim. 'Boğazına düşkün bir kerata olsan seninle ne güzel esnaf lokantalarına giderdik,' demişti bir gün. On dört, on beşimden sonra babam gibi beslenen, fast food'dan çok ev yemekleri seven birine dönüştüm. Gerçi kendi de çocukluğunda köfteden başka bir şey yemezmiş, o açıdan benzer bir dönüşüm yaşamışız sanırım. Moda'da Moda Lokantası diye bir esnaf lokantası vardı, öğle yemeklerini sık sık orda yerdi. 1980'lerin başında Karacan Yayınları'nda çalışırken Nuruosmaniye'deki esnaf lokantalarından birine giderlermiş sık sık, orayı severmiş epey. Arada Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'na gittiğimizi hatırlıyorum, bir de özellikle ben çok sevdiğim için iskender yemeye sık sık Caddebostan'daki Uludağ kebapçısına giderdik. Hatta ölmeden bir gün önce Pazar günü yine gitmiştik, son yemeği o oldu sanırım."