Fikri veren sayfa tasarımcısı arkadaşım Oğuzer Yiğit... Her şey hafta başında onun "Abi, hafta sonları insanlar dörder beşer kişilik gruplar halinde beş-altı saatliğine tekne kiralayıp balığa çıkıyorlar, bu yeni bir şey değil ama artık kıyıda tutmaktansa bu daha elverişli ve popüler bir hale geldi, bir bakalım istersen" demesiyle başlıyor. Ömründe değil balık tutmak eline olta bile almamış olan ben, "Neden olmasın" diyerek Oğuzer'in teklifini onaylıyorum ve hazırlıklara başlıyoruz. İlk olarak Amerikan filmlerindeki gibi 'ekibi toparlıyoruz'. Bir elektrik şirketinde çalışan 40'lı yaşlarındaki Mustafa Altınköse ve kardeşi Tufan Abi, 30'larına yaklaşmış olan uçaklarda host'luk yapan Furkan Eşsiz, Oğuzer, ben, fotoğrafçımız Saffet ve kaptanımızla beraber ekip tamamlanıyor.
SABAH ÇIKILIR BALIĞA
Sabah 05.00'te uyanıyorum. Tekneye saat 06.00'da bineceğiz. Tekne açıldıktan sonra denizde havanın biraz serinleşeceğini hesaba katarak yağmurluğumu, sandviçimi, henüz tam anlamıyla uyanamadığım için açamadığım sol gözümü de alıp evden çıkıyorum. Saat tam 06.00'da ekip Küçükçekmece Sahili'nde bir araya gelmiş durumda. Tekne 12-14 metrekare civarında bir alana sahip. Üstü kapalı bir oturma alanının içinde ufak bir ocak, küçük bir tuvalet ve yatak da var. Kaptanın dediğine göre bazı geceler bu tekne onun evi olurmuş. Bu küçük evi gözlemlemekle geçiyor ilk dakikalar benim adıma. Teknenin motoru çalışıyor... Küçükçekmece'den açılmaya başlıyoruz. Ortamın cahili olduğum için aksiyonun başlayacağı anı büyük bir merakla bekliyorum. Ki yaklaşık 20 dakika sonra hareketlenme başlıyor.
Bu esnada Oğuzer'in elindeki olta dikkatimi çekiyor. Daha doğrusu ilk anda onun bir olta olduğunu da anlayamıyorum çünkü benim kafamdaki olta imajından uzak yalnızca bir misinadan ibaretmiş gibi geliyor. Bunun el oltası olduğunu öğrendiğim anda büyük oltalarla arasında nasıl farklar olduğunu, teknede ne gibi avantajlar sağladığını soruyorum. Oğuzer "Teknede hareket alanı çok fazla olmadığı için tecrübeli olmayanların işi büyük oltalarla zor oluyor. Ama bu el oltasını teknenin kenarından suya bıraktığımız zaman hem kolayca balığı tutabiliyoruz hem de fazla yorulmuyoruz" diyor. "İyi yahu" diyorum "Aslında bununla ben de tutabilirim galiba bir şeyler..." O esnada araya teknenin kaptanı giriyor: "Tutarsın tutmasına ama evvela işin püf noktalarını öğrenmen lazım". Balık tutmaya nasıl başlanacağını da az sonra Mustafa Abi'den dinliyorum. "Sen dokuz yaşında başlamışsın balığa galiba değil mi abi?" diyorum ona. "Evet... O gün bugündür de bırakmadım elimden oltayı. Haftada en az iki-üç gün çıkarım. Evdekilerle de az takışmadık zamanında. Hatta artık balığa çıkmadığım günlerde bizimkiler şaşırmaya başladılar. Bu böyle bir iştir. Bir kere zevkini aldın mı balık tutmanın hiç bırakamazsın..." "Peki, nasıl öğrenilir bu iş?" diye sorduğumda da "Eh, her işte olduğu gibi, bu işi bilen biriyle çıkacaksın evvela. Sonrası kendiliğinden gelir, öğrenirsin zaten" diyor Mustafa Abi.
Kaptana yöneliyorum tekrar. "Kaptan, işler nasıl, hangi mevsimler insanlar gelir gider tekneye daha çok, balık ne zaman yoğunlaşır?" gibilerinden suallerimi kıyasıya sıralıyorum. Kaptan ise büyük bir dinginlikle anlatmaya başlıyor: "Bir kere İstanbul'da her mevsim balık mevsimidir. İstediğin zaman çıkarsın. Ama sabah saatleri, işte böyle 06.00'dan öğlene kadar balık daha çok olur. Bunu bilen balıkçılar da bu saatlerde çıkar. Bu tekneyle açılma işi de senin de gördüğün gibi son zamanlarda daha popülerleşti. İnsanlar gruplar halinde gelip özellikle bahar aylarında haftasonları kadınlı erkekli açılıyorlar denize... Hem balık tutuyorlar, hem bir şeyler yiyip içiyorlar. Mesele aslında denizin dinginliğine kavuşmak. Tutulan balık da cabası..."
DENİZDE YAŞANAN HUZUR
Saatler 07.30'u geçip 08.00'e doğru hızla yol alırken teknede hafif bir sükûnet ortamı doğuyor. Tufan Abi ve Furkan teknenin ön kısmında, Mustafa Abi arkada, Oğuzer yan tarafta oltaları salmış durumdalar Marmara'nın mavi sularına. Kimseden ses çıkmamasını ilk anda biraz garipsiyorum. Ama kısa süre sonra onların içine dâhil olduğu huzurdan ben de nasibimi alıyorum. Öyle ya tekneye binmeden önce yine Mustafa Abi "Balık aslında biraz da işin bahanesi... Biz denizdeki bu sakinliğin peşindeyiz. Suyun üstünde oldun mu tüm dertlerden uzaklaşır, arınırsın... Bir nevi meditasyon anlayacağın" dememiş miydi? İşte haklılığını o an anlıyorum. Ortamdaki sessizliği sadece su dolu kovalara atılan istavritlerin sesi bozarken kim umursar Fenerbahçe şampiyon oldu mu, aybaşına kaç gün kaldı diye...
6 KİLO BALIK
Saat 10.30-11.00 civarına geldikçe kovadaki istavritler beş-altı kiloya yaklaşıyor. Bu sayı bana "İyi balık tutuldu yalnız ha" dedirtirken aslında geçen hafta 8-10 kilolara yakın bir balık tuttuğunu öğreniyorum aynı ekibin. Ne diyeyim, bizim şansımıza ama yine de keyifler yerinde, artık benim hafiften bulanmaya başlayan midemi saymazsak... Bu noktada daha önce fazla su üstü deneyimi olmayanlara önerim, açılmadan önce birtakım ilaçlar varmış mide bulantısına iyi gelen, onlardan almaları iyi olur. Yoksa benim gibi zorluk çekebilirler... 11.00 gibi karaya ayak basıyoruz. İki kovamızın içindeki altı kilo balık dört kişiye bölüştürülüyor. Kaptana beş saatlik tekne ücreti ödeniyor. Teknenin büyüklüğüne göre fiyatlar değişkenlik göstermekteymiş.Bu beş-altı saatlik ilk balıkçılık deneyimimden ise bana birkaç ders çıkarmak düşüyor: Uykunu iyi al, mide bulantısı için ilacını atlama, oltadan balıkları çıkarırken çengellere dikkat et ki iğne eline batmasın ve arkadaşlarını organize edip bir tekne de sen kirala...
MARMARA DENİZİ BİZİM
Tekne ile balığa çıkmanın kıyıda oturup balık tutmaya kıyasla avantajını zaman geçtikçe görüyorum. Çünkü durduğumuz yerde balık mı azaldı, şansımız mı kesildi, çok mu tekne oldu, dalga mı arttı... Hoop, açıyoruz motoru biraz daha ilerliyoruz. Böyle böyle farkında olmadan Küçükçekmece, Bakırköy, Yeşilköy, Florya, Marmara Denizi'nin her bir yanını dolanıyoruz. Her gittiğimiz yerde başka teknelerle karşılaşıp onlara da bağırıyoruz "Oltası suda olan herkese rastgele..." İşin raconu buymuş, bir süre sonra ben de kapıyorum tabii... Komşu balıkçılarla da konuşup "Nasıl gidiyor balık var mı?" diyorum. "Balık olmaz mı be abi bak şuraya cennet cennet" diyor abilerden birisi denizi göstererek...