Fatsa'da dünyaya gelen Onay Akbaş, resmin yaşantısındaki en büyük tutkuya dönüşmesiyle kendini İstanbul'da Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi'nde buldu. 1985'te Maltepe'de ilk atölyesini kurarak profesyonel sanat yaşamına başlayan sanatçı, içindeki yaratıcılığı ortaya çıkarmanın ve bilmediği diyarlara sanatın kılavuzluğunda bir yolculuk yapmanın heyecanıyla Paris'e gitti. Paris'te geçirdiği yıllar, sanatçının kendi dilini oluşturması anlamında en verimli olduğu zamanlar oluyor desek yanlış olmaz.
Fareler, Ruh Çağıranlar, Korkuluklar, Kelebek Avcıları, An ve Bellek, Bitmem(iş)lerim, Dalga, Düşlemler gibi evrensel temalar üzerine çok sayıda seri eser üreten Onay Akbaş'ın resimlerinin vazgeçilmez unsuru sanatçının çizgi ve renk dünyasındaki canlılık.
Hayatın ironik yanlarını kendine özgü bir üslupla ele alan Akbaş'ın tuvalleri için 'kendi iç dünyasının haritaları' denebilir. İnsanla ilgili olan her şey Onay Akbaş'ın resimlerinin temalarını oluşturur. Onay Akbaş'ın resimlerinde zamanın yüzü ile karşılaşırız. Yapıtların tarihsel tanıklığı, verdiği mesaj, içinde taşıdığı derinlik, izleyenlerde yeni düşünce biçimleri yaratır.
Eserlerinde primitif sanattan grafitiye uzanan bir figür anlayışıyla, kendine özgü bir imgeler dünyası yaratarak en trajik olayların dahi ironik bir boyutu olabileceğini izleyicilere hatırlatan Akbaş, yaptığı her resimle yeni bir yönünü keşfettiğinin altını çiziyor. Ve ekliyor: "Yaşadığımız dünyada, her şeyin tüketilip, dönüştürülüp unutulduğu bu çağda, resim yapmanın bir başkaldırı, bilinçaltı örgütlenmesi olduğuna inanıyorum."
- Sergi retrospektif niteliğinde. İsmi neden Kıyısız Dalgalar?
- Bu ismi vermemizin birçok sebebi var. Öncelikle ben Paris'te yaşayan bir sanatçıyım. İki ayağı aynı toprağa basmama hali yaratıyor bu. Hem bir zenginlik, hem de bir yere ait olamama... Köksüzlükle karıştırmamak lazım tabii bunu. Kıyısızlık kavramının içinde biraz şiirsellik var. Dalgalar temalı eserlerimle 2014'te Gazeteciler Cemiyeti'nden Sedat Simavi Görsel Sanatlar Ödülü almıştım. Dünyada o zaman sayısız sosyal olay meydana geliyordu. Halklar kendilerine biçilmiş rolleri aşma gayretindeydi. Dalga da dört yöne doğru hareket eder. Mutlaka bir kıyıya ulaşmak zorunda değildir. Sanat bilim gibi kesin sonuçlar üretmez. Ama sanatın başka bir avantajı vardır. Bilimi yapan insanların, bilim yapma biçimleri üzerinde çok büyük etki yaratır sanat. Dalga gibi sanatın etkisi de sürekli devinim içindedir. Bir sınırı olmak, bir yere ulaşmak zorunda değildir. Sanat bir mesaj taşır. Ama nereye taşıdığını bilmeyiz. Onun bir sınırı yoktur.
- Eserlerinize bu sergi için dönüp baktığınızda neler düşünüyorsunuz?
- Bu sergi iki senelik bir hazırlık sonucu oluşturuldu. Küratörümüz Denizhan Özer'in büyük emeği var. Eserlerim özel koleksiyonlardan toplandı. Sayısız eskizimi ayıkladık. Bir anlamda ben de yeniden keşfediyor, anlamlandırıyorum resimlerimi. Farklı dönemlerimden eserleri bölüm bölüm görecek izleyici. Klasik dönemimden başlayıp son işlerime kadar resim tekniğimin ve konularımın değişimine tanıklık edilecek. Eserlerime dönüp bakınca hep kendimi resmettiğimi fark ediyorum.
-Sergideki eserlerden bahsedebilir misiniz?
- Aslında bu sergi bitmemiş bir kariyerin retrospektifi olması açısından bitmemişlik kavramına selam veriyor. Doğu felsefesinde insan yaratılanların en mükemmelidir ama tekamül denen bir şey vardır. Yani Hakka ulaşmak için kendi üzerinde çalışman gerekir. Bu da bizi yeniden bitmemişlik kavramına götürüyor. Ben eski bir tüberkülozluyum. 1980'lerde bu hastalığı yaşarken çevremiz ölümlerle çevriliydi. O sebeple karanlık ve kuru kafalarla bezeli resimler yapmışım. Ardından yavaştan sarı renk girmiş, daha doğrusu sızmış eserlerime yavaşça. Onu da Van Gogh'tan öğrendik. O dönemde Üsküdar'daki körler kahvesine sık sık gider, o insanları resmederdim. Zaten dışarda bırakılmışlık benim hep dikkatimi çeken bir kavram. Körler öyle, kargalar da... Bu sebeple hep kargaları resmetmişimdir.