Her gün evden çıkarken kapının önünde duran müzik kasetleri koleksiyonundan arta kalan albümlerin içinde olduğu karton kutuyla selamlaşmak oldukça hüzünlü bir durum. Onların çalışma odasından kapının önüne gelmesi üç yıl sürdü. En az iki yıldır da kapının önünde duruyorlar. Kaset çalarımız kullanılmaya kullanılmaya bozulsa da o müzik albümlerine kıyıp atamıyorum.
Yine onlarla selamlaşıp işe geldiğim bir perşembe günü H2O Sohbetleri için 10'uncu kata çıktık Şengül Hanım'la, Hasan Bey'i de odasından alıp Hıncal Abi'nin yanına geçtik. Sohbet öncesi hoşbeş ederken Hasan Bey "Sormayın, ev taşıyorum ve bir felaketin ortasındayım" dedi. Hepimiz şaşırmışçasına "Şu an mı?" diye sorduk.
Hasan Bey "Evet, şu an. 12 bin kitabı taşıdık. Kitaplıklar yanlış tasarlandı. Bin türlü iş çıktı. Neyse iyi kötü yerleştik. Ama evi toplarken Cornell Üniversitesi'nin bir araştırmasına denk geldim. Araştırma diyor ki: Altı ay bilemedin bir yıl boyunca kullanmadığınız bir eşya, karıştırmadığınız bir kitap ya da dosya, giymediğiniz bir giysi bir daha ancak 15-20 yıl sonra önünüze gelir. Bunun için saklamayın, bunları atın... Gelin bu meseleyi konuşalım" dedi.
Nesneleri, eşyaları, giysileri saklamak, biriktirmek sonra da bir türlü vazgeçememek. Hasan Bey modern insanın en büyük sorunlarından birini konuşmamızı istiyordu...
Şengül Hanım gülerek "Hocam bu konu ne sizinle ne de Hıncal Abi ile konuşulur" diyerek itiraz edecek oldu. Hıncal Abi "Konuşuruz" diyerek oluru verince H2O'nun sohbet konusu da açıldı.
Hasan Bey "Arşiv yapıyorsanız saklayın. Ben hiçbir şeyi saklamayanlardanım. Ama taşınırken bir baktım birtakım makaleleri dosyalamışım. Yahu makalenin tarihi 2002. 15 yıldır duruyor. Vallahi ben atanlardanım ama buna rağmen birikiyor" dedi.
YOLDA BULDUĞUM CONTA İŞE YARADI
Hıncal Abi'ye dönüp "Abi sen neyi saklar, neyi atarsın" diye sordum. "Efendim" diye söze girdi: "İki devri, iki uçta yaşamış bir kuşağın insanıyım. 40'lar savaş yılları hiçbir şey yok. Özal'lı yıllar her şey var. Hiçbir şeyin olmadığı dönemde bir gün lazım olur diye, her şeyi saklardık." "Lazım olur muydu o saklananlar?" diye araya girdim. Kendimden biliyorum genelde lazım olmazlar.
Hıncal Abi "Biliyor musun bir gün yolda musluk contası buldum, eve getirdim. Musluk damlamaya başlarsa conta bulma ihtimalimiz yoktu çünkü. O contayı kullandık biz. Hiçbir şey atılmazdı o yokluk yıllarında. Mesela eskimiş gömlek masa silme bezi olurdu. Aklınıza hayalinize gelmeyecek şeyler vardı evde. Turgut Özal zamanına gelince ise memlekette her şey vardı. Maddi gücüm de gelişmişti. Bunun için çarşıda olan her şey benim demekti zaten. Sonra bir gün baktım gardırobumda yer yok. Şunları bir ayıklayayım dedim. Alıyorum gömleği elime, giyerim diyorum bırakıyorum. Alıyorum, giyerim diye bırakıyorum. Böyle böyle iki yıl geçti. Sonra Hasan Bülent'in bahsettiği araştırmayla ilgili New York Times'ta bir makale okudum. Makalede anlatıyor: Dünyada en zor şey evdeki bir şeyi atmak ya da başkasına vermektir. Çünkü baktığınız zaman ben bunu kullanırım dersiniz. Bunun formülünü Hasan'ın dediği gibi anlatıyor makale. Benim gibi takım elbise giymeyen adamın gardrobunda bile 10 takım elbise varmış. Şimdi iki takım var" dedi.
Şengül Hanım "Nedir bu atamama psikolojisi?" diye sordu. Hasan Bey "Bu kültürel bir meseledir. O yokluk yıllarını yaşayan Türkiye'de zenginler kendilerini zengin göstermez hatta fakir gibi gösterirlerdi. Yakup Kadri, Anadolu'da eşrafın içinde diğerlerinden zengin olan insanlar zengin gibi yaşamazlardı diye anlatır. Tabii ağalar gibi feodal yapıdan gelenler hariç. Fakirler de fakirlikten utanırdı. Çocuklara 'Biz fakiriz demeyin' diye söylenirdi. Fakirler zenginlerin aksine varlıklı gibi görünmeye gayret ederdi. Hatta 'kuru bey' derlerdi kendini çok zengin gösterenlere" dedi.
Hıncal Abi "Şimdi zengin de fakir de kendini zengin göstermenin derdinde. Takıyor taklit çantayı koluna, kendini zengin sanıyor garibim" diyerek kahkahasını attı ve ortamı gülüşüyle canlandırdı.
DAYIM ONLARCA KAVANOZ BİRİKTİRDİ
Hasan Bey gülerek "Orası öyle" dedi ve yokluk yıllarını yaşayan insanların neden bir şeyleri atamadığını dayısı üzerinden anlattı: "Dayım o yokluk yıllarını yaşamış biri olarak başarılı oldu ve Amerika'ya gitti. Biliyorsunuz orada her şey kavanozun içinde satılıyor. Dayım o kavanozları bir gün işime yarar diye biriktiriyor." O an Hıncal Abi yerinden doğruldu ve "Hasan Bülent lafını unutma, kavanozla ilgili bir parantez açacağım" diyerek araya girdi.
Hasan Bey "Tabii" dedi ve sözü Hıncal Abi'ye bıraktı: "80'li yıllar. Holly ile evlenmişiz. Ankara'da Basıntepe'de oturuyoruz. Bizim evden yürüyüş mesafesi kadar bir noktada İngiliz sefareti var. Holly 'Sefaretin bahçesinde yıllık kermes var, gidelim' dedi. Kalktık gittik. Orada, İngiliz ve Amerikan vatandaşları kullanmadıkları eşyalarını getiriyor, satıyor. Paralar da Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışlanıyor. Gittik kermese, etraf kavanoz dolu. Bizim millet o kavanozları tanesi 25 kuruştan kucak kucak alıyor. Evlere kavanoz gidiyor." Hıncal Abi kavanoz parantezini kapatınca Hasan Bey kaldığı yerden devam etti: "Dayım da biriktiriyor kavanozları. Sonra evde yer kalmıyor her yer kavanoz. Dayanamıyor ve atmaya başlıyor. Bu biriktirme işi yokluk yıllarının bir alışkanlığıdır işte. Her şey biriktirilirdi. Ama her şey" dedi.
Hıncal Abi sesini gürleştirerek "Ya Hasan Bülent sandıklar vardı evlerde. Onları saklardık. Çiviler çıkartılır düzleştirilir, tahtaları da sobalarda yakılırdı. Bir elbiseyi kaç çocuk giyerdi bir bilseniz. Gel bunu bugünün çocuklarına anlat anlatabilirsen arkadaş" dedi.
"Toplumsal bilinçaltımızda atamama var o zaman" diye araya girdim.
LÜZUMSUZ EŞYA ALMAYI ÖĞRENDİK
Hasan Bey "Yokluktan gelmenin alışkanlıklarından kurtulamadık. Bunun üzerine bir de insanlık tüketimi öğrendi. Malum tüketim çağında yaşıyoruz. Ve dünya lüzumsuz eşya almayı öğrendi. Reklamcılığın da doruklarında yaşıyoruz. Size ihtiyacınız yoksa bile en cazip resim ve reklam filmleriyle o nesneyi aldırıyorlar" dedi. Sonra Mao ile ilgili bir anekdot anlatmaya koyuldu: "Mao'yu bir Fransız gazeteci ziyarete gidiyor. Odasında 5-10 kitabı var. Yerde bir yatak. Duvarda da Mao'nun o meşhur ceketinden bir tane daha asılı. Soruyor gazeteci 'Bütün eşyanız bu mu' diye. Mao da cevap veriyor: 'Ne kadar çok değil mi?' Bu işte bir kültür. Bugün Batı'nın tüketim kültürü insanların, özellikle zenginlerin minimal mekanlar yapmasına, minimal mekanlarda yaşamasına yol açtı. Artık evler ne kadar boş, ne kadar yalın, ne kadar sadeyse o kadar makbul."
O EŞYALARDA GEÇMİŞİMİZ SAKLI
"Tepki olarak mı bu tavır gelişti" diye sordum.
Hasan Bey "Hayır, bu bir tarz. Sokakta her şey var. Adamın her şeyi alacak parası varsa, her şeyi evine doldurmasına gerek kalmıyor" diye cevap verdi. Şengül Hanım "Zenginler mi atabiliyor sadece?" deyince Hasan Bey "Şimdi insanların objelere ve nesnelere karşı zaafları vardır. Bunun psikolojik bir boyutu var. Bir de insan hatırlayan bir varlıktır. Bu objeleri, nesneleri atamayışımızın en önemli nedeni zevklerimiz ve geçmişte kalan anılarımız. Ben nostalji duygusu olan bir adam değilim. Her şeyi atarım ama atmayı da öğrenmemiz lazım" dedi.
Kasetlerimden neden vazgeçemediğimi, bir türlü atamadığımı o an anladım. Onlarda geçmişim saklıydı. Hasan Bey gibi atıcı biri değildim ama onun atmayı öğrenmeliyiz sözü çok ilgimi çekti. "Nasıl öğreneceğiz" diye sordum.
Hasan Bey "Azla yetinmeyi öğrenmemiz gerek. Bugünden yarına öğrenilecek bir şey değil bu. Ama bir süreç geçmesi gerek. Öte yandan, bunu söylüyorum ama şimdi insanlık para saçma dönemini yaşıyor özellikle de Türkiye'de. Nasıl öğrenilecek azla yetinmek orası işte muallak" dedi.
TABLOLARIMDAN VAZGEÇMEM
Şengül Hanım Zorlu İkili'ye "Nelerden vazgeçemezsiniz?" diye sordu.
Hasan Bey "Kitaplarım ve defterlerimden" dedi.
Hıncal Abi ise "Benim olan hiçbir şeyden vazgeçmem" diye cevapladı Şengül Hanım'ın sorusunu.
Şengül Hanım "Daha küçük bir yere taşınmanız gerekirse ne atarsınız" diye Hıncal Abi'yi sıkıştırmaya başladı.
Hıncal Abi "Atarım ama o zaman attığım şey benim olmaktan çıkar" diyerek bu sıkıştırma soruyu da savuşturdu.
Hasan Bey "Hıncal Abi herhalde gömleklerinden vazgeçemez" dedi.
Hıncal Abi "Evet gömleklerim vazgeçilmezdir. Ama şu gömleğim vazgeçilmez diye de bir şey yok. Eskisi gider yenisi gelir. Ama tablolarımdan asla vazgeçmem. Çünkü onların bir eşi yok" dedi.
Hasan Bey "Benim gördüğüm şu: Elbise meselesi önemli. İnsanlar moda değişse bile giysilerinden vazgeçemiyor. Onlarda anılarının kaldığını düşünüyor" dedi.
Şengül Hanım "Ben kıyafetlere anıların gizlendiğini düşünmüyorum" diyerek bir çıkış yaptı.
Hasan Bey "Nesnelerle, kıyafetlerle kurduğumuz ilişki çok farklı. Düşünün, çocuklar, bir oyuncağını, kıyafetini fetiş nesnesi yapabiliyor. Bu insanın psikolojisiyle de ilgili. İnsanlar giysilerini seviyor. Atmayı öğrenmeliyiz derken bunu kastediyorum. Bu da bir öğrenme meselesi" dedi.
Şengül Hanım "Peki bu oda çok kalabalık. Eviniz de öyle Hıncal Abi. Kalabalıklar arasında yaşamayı seviyorsunuz o zaman" diye yüklendi yine Hıncal Abi'ye.
Hıncal Abi "Ben böyle mutluyum. Mesela şu sehpa boş olsa çok rahatsız olurum" dedi.
Hasan Bey "Kitaplarım olsun bana yeter" dedi, "Hatta ben otel odalarında yaşamayı çok severim. İdeal koşullarda en iyi yaşanacak yer otel odalarıdır" diye de ekledi.
Şengül Hanım "Her şeyden vazgeçerim. Her şeyin milyonlarca yenisi var dışarda" diyerek tam bir atıcı olduğunu söyledi.
Hıncal Abi "Tam tersine dünyanın en güzel yeri benim için evimdir. Oradaki her şey beni anlatır. İnsanın kişiliğinin yaşamının yansımasıdır ev" dedi.
Ben de Hıncal Abi gibi düşünüyordum. Böylece Şengül Hanım ve Hasan Bey atıcı, Hıncal Abi ile ben de saklayıcı olarak bu önemli tartışmada 2-2 berabere kaldık.
Hasan Bey saatine baktı, beraberliğin bozulacağı yoktu ve bize ayrılan sürenin de sonuna gelmiştik. "O zaman size bir şey göstereyim" dedi. Sonra cebinden bir sararmış defter kağıdı çıkardı. Kağıdın üzerinde birkaç notla birlikte iki telefon numarası yazılıydı. Numaralar Hıncal Uluç'a ait. Tarih de 2 Aralık 1980... İşte Hasan Bey ile Hıncal Abi'nin yollarının kesişmesine neden olan kağıt... H2O Sohbetleri'nin ilkinde anlatılan Zorlu İkili'nin tanışmasına aracılık eden Attila İlhan'ın Hasan Bey'e verdiği telefon numaralarıydı bunlar. 37 yıllık dostluğun da kanıtıydı...
İçimden "Bazı şeyler saklanmalı işte" dedim kendi kendime...