İki haftadır H2O Sohbetleri için Hıncal Abi ve Hasan Bey ile buluşamıyoruz. Sebep de Hasan Bey'in seyahatleri. Açıkçası alışmışız her perşembe buluşmaya bu yüzden kendi adıma bu sohbetlerin eksikliğini hissediyordum.
Perşembe günü biraz erken çıktım 10. kata. Hıncal Abi yazısını yazıyordu, Hasan Bey'in kapısını çaldım, lafladık biraz, sonra da birlikte Hıncal Abi'nin odasına girdik.
Odaya girmemizle Hıncal Abi, o gür ve neşeli sesiyle Hasan Bey'e sitem etmeye başlamasın mı: "New York, Venedik dolaşıyorsun. Öyle bir yazıyorsun ki, okudukça oradaymış gibi hissediyorum. Nispet yaparcasına benim meraklı olduğum yerleri yazıyorsun. Besle kargayı oysun gözünü. Biz seni bunun için mi yetiştirdik?"
Hasan Bey, Hıncal Abi'yi iyi tanıyor tabii. Bu sitemin arkasındaki övgüyü anlıyor ve gülerek bir teklifle karşılık veriyor: "İyi o zaman beraber gidelim Hıncal Abi". "Gidip H2O Sohbetleri'ni New York'ta yapalım diyorsun" deyip kahkahasını patlatıyor Hıncal Abi. Hasan Bey de "Neden olmasın" diyerek benzer bir kahkaha ile karşılık veriyor.
Anlaşılan H2O Sohbetleri'ni Hıncal Abi de özlemiş. Odadaki kanepeye geçiyoruz. Fakat Hıncal Abi'nin elinde bir gazete kupürü var. Dikkatlice bakıyorum Pazar SABAH'ta çıkan 'Kültür, daima klasiktir' başlıklı Hasan Bey'in Türkiye'deki kültür politikasını tartıştığı yazısı. Masaya yazının bulunduğu kupürü koyup "Olkan bu hafta soruyu sana bırakmadan ben soracağım" diyor.
"Hay hay" diyorum merakla.
Hıncal Abi "Hasan Hocam, 7 Mayıs'taki Pazar SABAH'ta 'Kültür daima klasiktir' başlıklı bir yazı yazdın. Yazıda 'Bugün sokaklarda Nurullah Ataç'ın deyişiyle Baki Efendi'yi okuyarak gezemeyiz' diyorsun."
"Evet" diyor Hasan Bey de ilgiyle dinleyerek.
İŞTE BUNA İTİRAZIM VAR
Hıncal Abi "Gezemeyiz tabii. Bugün sokakta ben 'Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng" diye dolaşsam (Baki'nin Kanuni Mersiyesi'nden) 'Yahu ne diyor bu adam' diye alırlar beni, Bakırköy'e kapatırlar. Ama diyorsun ki 'İngilizler için Shakespeare daima Shakespeare'dir, İtalyanlar için Dante daima Dante'dir. Ama bizde Baki neden Baki değildir." "Aynen öyle" diyor Hasan Bey.
Hıncal Abi "Öncelikle işte buna bir itirazım var" diyerek meseleye giriyor.
"Güzel, ufuk açıcı bir tartışma bizi bekliyor" diyorum kendi kendime. Ama kaygılıyım da. Şengül Hanım'ın "Ben yokken divan edebiyatı mı konuştunuz" diyen sitem cümlesi kulağımda çınlıyor!
Hıncal Abi devam ediyor: "Shakespeare Othello'sunu halkın konuşmadığı ve anlamadığı, İngiliz saraylarında konuşulan ve o dönemin klasik dilleri Latince ve Rumca yazsaydı bugün Shakespeare'i okuyan olur muydu? Ama Shakespeare İngilizce yazdı, yani bizdeki Yunus Emre ve Karacaoğlan gibi kendi dilinde yazdı. Tamam halkın konuştuğu dil zaman içerisinde değişir, bunu kabul ederim. Shakespeare'in yazdığı İngilizce bugün eski nesil dil diye okutulur. Yunus Emre de öyledir. Ünlü dizesini örnek vereyim bugün 'Şol cennetin ırmakları" demiyoruz, "Şu cennetin ırmakları" diyoruz."
Sonra Fuzuli'den birkaç beyit daha okuyor. Ne yalan söyleyeyim Hıncal Abi'nin divan edebiyatına hakimiyeti karşısında şaşırıyorum.
"Okulda mı öğrendiniz" diyorum. "Okulda öğrendim tabii. Ayrıca Baki'nin, Fuzuli'nin ve nice şairin divanları bizim evde kütüphanede vardı. Babam edebiyat dersleriyle sınırlı kalmamamızı, bunları okumamızı söylerdi. Çünkü o da böyle bir eğitimden geçmişti, üstelik askeri okulda. Ben okurken hayret ettiğin o divan şiirlerini, babamdan dinleye dinleye ezberledim" diyor.
DİVAN EDEBİYATINI BANA CUMHURİYET ÖĞRETTİ
"Peki Hıncal Abi" diyorum "Nedir bu yazıyı mevzu bahis etmenizin nedeni?"
Hıncal Abi "Şimdi yazının geneline katılıyorum. Ama!" diyor "Türkiye'de neden klasik kültür yok derseniz bunun iki önemli ayrıntısı var. İlki Osmanlı'da halkın konuşmadığı bir saray dili vardı. Türk klasik edebiyatı Arapça ve Farsça'dan oluşan bu özel saray dili üzerine kuruludur. Hocamın bunu anlatmasını isterdim. Bir de biz divan edebiyatını öğrencilere okutmaktan ne zaman vazgeçtik, bunu da anlatmalı. Çünkü bunları ben bildiğime göre cumhuriyet eğitimi divan edebiyatından vazgeçmiş olamaz."
"Söz sizde Hasan Bey" diyorum. Çayını yudumluyor Hasan Bey, belli ki uzun konuşacak: "Bu yazıda genel olarak söylediğim son dönemlerin yaşadığı büyük kültür problemlemleridir. Osmanlı'dan cumhuriyete geçerken, cumhuriyetçiler yeni kurdukları rejimin önemi ve eski rejimin üstündeki yerini anlattılar. Bunu yaparken Osmanlı'yı eleştirdiler. Yeterince kültürel birikimin olmadığını söylediler. Gerçek kültürün Batı kültürüyle ve kendi dönemlerinde başladığını ortaya koydular. Fakat okullarda, 'Osmanlı'dan öğretilecek bir şey yoktur, biz sadece Batı edebiyatı ve halk edebiyatını öğretelim' demediler. Bu noktada Hıncal Abi'ye hak veriyorum. Cumhuriyet eğitimi divan edebiyatını dışlamadı, öğretti de. Evde babamın lisedeki ders kitapları vardı. 42-43 mezunudur kendisi. O kitaplarda Hıncal Abi'nin okuduğu divan şiirleri vardı. Babamların, Hıncal Abilerin kuşağı kitap kitap okudu bu şiirleri, divan edebiyatını. Biz de okuduk ama önceki kuşaklarla mukayese edilemeyecek derecede sınırlı bir şekilde."
BU BEYİTLERİN HAYATTA BİR KARŞILIĞI VAR
Hıncal Abi "Kusura bakma araya gireceğim" diyor gülerek: "Karneyi getirdim babama. Baktı edebiyat sekiz. Attı masaya 'Kendi dilini bilmiyorsun' diye söylendi. O edebiyattan anlardı, bizim de anlamamızı isterdi. Ayrıca mesela bizim zamanımızda Nazım Hikmet müfredatta yoktu. Yasaklıydı. Ama babam kitaplarını getirir 'Alın okuyun bunları da bilin' derdi."
Hasan Bey de "Babalarımızın kuşağına hatta sizin kuşağa bu işlerin zevki öğretildi. Yani demin okuduğun beyitler boş laflar, sözler olarak değil, bunların içindeki öz öğretildi. Zaten o kuşağın insanları, dost meclislerinde bir durum olduğu zaman o durumu açıklayacak bir beyit söylerdi. İçi tamamen boş denilen divan edebiyatının, hayatta bir şeylere karşılık geldiğini anlardınız" diyor.
Hıncal Abi "Kesinlikle, boş şeyler anlatmaz. Muhteşemdir" diye onaylıyor Hasan Bey'i.
"Öğrenmesi zordur denir divan edebiyatı için" diyecek oluyorum. Çünkü öyle bir argüman vardır genel olarak hafızalarda. Yüzü asılıyor Hasan Bey'in cevaplıyor: "Yahu bir toplum öğrenmesi zordur diye kendi kültürel birikimini yok sayabilir mi? Cumhuriyet döneminde yok saymamışlar işte, öğretmişler. Böyle bir şey olabilir mi? Hadi zor deyip bu birikimden vazgeçiyorsun, öğretmiyorsun. Peki okullarımızda cumhuriyet kuşağının oluşturduğu edebiyat, kültür zevkini verebiliyor muyuz?"
ÖĞRENCİLERİN ÖNÜNDE BİLGİ YIĞINI VAR
"Verilmiyor Hocam, verilmiyor" diye isyan edercesine, inletiyor odanın içini Hıncal Abi.
Hasan Bey "Hıncal Abi mesele şuraya geliyor" diyor: "Biz bunları mekanik bir mesele olarak ele alıp üç beş satırla geçiştiriyoruz. Üniversite sınavında çıkacak bir iki soruyu cevaplayacak bilgi yığını olarak koyuyoruz öğrencilerin önüne ve ötesine karışmıyoruz. Biz öğrencilerimizi orta eğitimden, yüksek kültürün zevkiyle ve eğitimiyle mezun edemiyoruz."
Araya giriyorum soruyorum: "Hasan Bey, Avrupa'da lise müfredatlarına baktınız mı?"
"Baktım yahu" diyor Hasan Bey "Hiç gözünün yaşına bakmadan kendi klasiklerini okutuyorlar. Bizim de bu büyük kültürü öğrencilere, yüksek kültür unsurlarıyla zevkini alacakları şekilde öğretmemiz gerek. Mekanik bilgi aktarımıyla kültür ve zevk eğitimi sağlanamaz."
"Peki eğitimde ne zaman vazgeçildi divan edebiyatından" diyorum.
Hasan Bey "1970'lerden sonra başladı. Sonra her şeyi hafifletelim dalgası geldi. Hafiflete hafiflete ne oldu? Geldiğimiz nokta şu: Gündelik hayatın sıradanlığına teslim olmak" diyor.
Hasan Bey çok önemsediği bir meseleyi detaylı bir şekilde anlatarak Hıncal Abi'nin sorularına cevap vermiş oldu. Peki Hıncal Abi memnun muydu cevaplardan?
"Eğitim işin temeli" diye baylıyor Hıncal Abi: "Buna katılmamam mümkün değil. Ben hayatımda şiir okumamış olsam ya da hiçbir tablo görmesem nasıl şiir ya da resim meraklısı olabilirdim. Bu temel eğitim denilen şey bize, hayatta neleri merak edebileceğimizi gösterir. Birisi şiiri, diğeri mimariyi merak eder. Bunlar vardı zamanında. Babamın edebiyat ders kitabı bugün edebiyat fakültelerinde okutulan kitaplardan daha kalındı. İnsanlar eğitimde edebiyatın tadını alınca ne oluyor, Varlık diye bir dergi çıkıyor ve senelerce yaşıyor. O dergi yeni şairleri keşfediyor ve size sunuyor. Bizim evde Türk edebiyatı antolojileri bir rafı dolduruyordu. Vasfi Mahir Kocatürk'ün Cumhuriyet Devri Edebiyatı dokuzuncu baskıyı yapmıştı. Bilgi Yayınevi'nde Ahmet Küflü durmadan antoloji yayımlardı. Bu kitaplara, dergilere ne oldu? Artık edebiyata meraklı nesiller yetiştirmiyoruz."
Hasan Bey "Ne Türk sineması dersi, Türk tiyatrosu ne de güzel sanatlar dersi var. Eskiden ideolojik bir yaklaşım vardı eğitimde. Ama şimdi kendi kültürümüze dönmeyi öngören bir iktidar içerisindeyiz. Peki bugün okullarda öğrencilere bahsettiğimiz çerçevede eski edebiyatın, müziğin ve mimarinin manasını, zevkini verebiliyor muyuz? Veremiyoruz. İşte benim yazıdaki itirazım bu kültürel birikimin yok sayılması" diyor. Sesi yükseliyor heyecanla "Yeniyi öğrenen muhakkak bir süre sonra eskiyi öğrenir. Eskiyi bilen yeniyi de takip eder. Yeter ki kültür birikimini yok saymayın, ister yeniyi ister eskiyi öğretin sonuç olarak insan o büyük kültür birikimine ulaşır" diyor.
HAYATI NASIL LEZZETLİ YAŞAYACAĞIZ?
"Büyük bir kültür birikimini yok saymak ve sonrasında gündelik hayatın sıradanlığına, olup bitenine teslim olmak. İşte bütün mesele bu" diyorum.
Hasan Bey "Tam da bu" diyor.
Hıncal Abi açtığı tartışmayı güzel bir noktaya getirdiği için memnun gözüküyor ve "Ben iktidardaysam şunlar okunsun bunlar okunsun. Sonra diğeri geliyor 'Yok onlar değil bunlar, şunlar okunsun' diyor. İşte bugünün gençliğinin talihsizliği de bu. Siz Rusya'da 'Solcular Dostoyevski, sağcılar da Tolstoy okur' diye bir şey duydunuz mu" diye soruyor haklı olarak.
Hasan Bey "İşte Türkiye bu ideolojik kısıtlamayı aşamadı. Nazım Hikmet-Necip Fazıl Kısakürek, Tevfik Fikret-Mehmet Akif... Yıllarca yazdık, değer olarak hepsi bizimdir. Bu ülkede okullarda Necip Fazıl da Nazım Hikmet de okutulursa bu meselelere çok daha sağlam bakan çocuklar yetişir. İşte o zaman Türkiye, gündelik hayatın sıradanlaşmış hay huyuna teslim olmaktan kurtulur. Asıl mesele budur" diyor.
Hıncal Abi bana dönüyor "Nazımcılarla Necip Fazılcılar yıllarca sokakta gırtlak gırtlağa geldi" diyor: "Ama şunu biliyorlar mıydı acaba? Nazım hapisteyken onu her hafta ziyarete giden adam Necip Fazıl'dı. Öyle yakın arkadaşlardı, çünkü sınıf arkadaşlarıydı onlar."
ELİT DENEN MUHTEREM NASIL YETİŞİR?
Hasan Bey derin bir nefes alıp "Üstat hadise şöyle bir yere geliyor" diyor: "Bir ülkenin kendi elitlerini yaratamaması büyük bir trajedidir. Yani elitizm dedik, her şeyi onun içine koyup denizin dibine attık. Ben bunu anlarım, başka bir düzlemde bu tartışma yapılabilir. Ama elitleri olmayan bir toplum olabilir mi? Kıbrıs Barış Harekatı sırasında İngiltere'nin Dışişleri Bakanı James Callaghan'ın anılarını okuyorum. Ecevit için şunu söylüyor 'Adam bizi, toplantıya girer girmez Shakespeare'in Othello oyununda Türkler ve Kıbrıs hakkında ettiği lafı İngilizce söylemesiyle etkiledi. İşte kültür böyle bir şeydir."
O an Hıncal Abi de önemli bir soru atıyor ortaya: "Peki bu elit dediğimiz muhterem, gökten mi inecek. Yoksa topraktan mı yetişecek. Eğer topraktan yetişecekse tohumun ekilmesi gerekmiyor mu?"
Hasan Bey "Amerika'da Ivy League, İngiltere'de Oxbridge, Fransa'da Les Grandes Ecoles vardır. Bunlar o ülkelerin büyük okullarına verilen adlar. Türkiye'nin işte bu kararı vermesi lazım. Bizim elit okullarımız olmak zorunda. Bu Osmanlı'da böyleydi. Osmanlı'nın okulları elit okullarıydı. Ha bu okullarda sadece seçkin, zengin ailelerin çocukları mı okur? Hayır ne münasebet. Bakın Anadolu'daki çocuklar üniversite sınavlarında, TEOG'da en büyük başarıları gösteriyor. İşte onlar okuyacak."
Hıncal Abi "Geldik işte yine eğitime. Hiç ciddiye almadığımız o temel eğitimde bütün bunları vereceğiz ki, ben öğrenci olarak anlayayım müzik meraklısı mıyım, orada mı elit olacağım, tarih meraklısı mıyım orada mı elit olacağım. Ama onu veremiyoruz. Sonra da edebiyatsız, şiirsiz kalıyoruz. Şiirin, edebiyatın, müziğin lezzetini almayınca hayatı nasıl lezzetli yaşayacağız?"
Eee doğru soruya ne nedir? Sohbet bitiyor. Ama hayatı lezzetli yaşamanın formülünü elimde tuttuğumu düşünerek vedalaşıyorum H2 ile...