Dark Net kitabını okuduğumdan beri dijital dünya ile arama iyice mesafe koydum. Artık bu dünyaya karşı daha da şüpheciyim. Şengül (Balıksırtı) Hanım'la bu konuda sohbet ederken "Gerçeklikle ilişkimiz artık çok farklı" deyiverdim. O da "Dur" dedi "Sana bir şey göstereceğim." Çıkardı, Dünya Sağlık Örgütü'nün raporlarından yapılan bir araştırmanın haberini gösterdi. Haber 2030'da dünyayı kasıp kavuracak ve sıkıntı yaratacak en önemli hastalığın depresyon olacağını anlatıyordu. Bu depresyonun sebebi olarak teknolojinin de etkisiyle gerçeklikten kopmamız gösteriyordu.
Şengül Hanım'a "O zaman bu meseleyi Zorlu İkili'yle H2O Sohbetleri'nde masaya yatıralım" dedim. Aklına yattı ve perşembe günü Hıncal Abi'nin odasına gittik. Burcu (Aldinç) da geçen haftaki 'misafirlikten' memnun kaldığı için bizimleydi.
10. katta koridorda Hıncal Abi karşıladı bizi. Sonra Hasan Bey geldi. O, biraz telaşlıydı. Yurtdışı seyahatinden dönerken bavulunu kaybetmiş. "Can sıkıcı işler" diyordu. Haksız da sayılmazdı.
Hıncal Abi'nin odasına geçince dijital dünya ve teknolojik gelişmelerin bizi nasıl gerçeklikten kopardığını anlatıp bunun bizi gelecekte nasıl depresyona sokacağıyla ilgili araştırmadan bahsettim. Hıncal Abi, biraz yüzünü buruşturup "Öyle palavraları okumuyorum. Batı basınında böyle haberlerin haddi hesabı yok. Orada liselerde bile araştırma yapıyorlar. Devlet araştırma bütçeleri veriyor. Geçenlerde Trump araştırma bütçesini kıstı diye kıyametler koptu Amerika'da. Bizdeki Gezi Olayları'ndan beter olaylar yaşandı. O yüzden onların sürekli bir araştırma çıkarması lazım. Çıkmazsa o bütçeleri alamazlar" dedi.
SANALA KAYDIK ZATEN
Şaşırmıştım, yüzümden anlamış olmalı ki ikna etmek için "Bak bir örnek vereyim" dedi. "Geçen sene İsviçre'de CERN'de Tanrı Parçacığı'nı buldular.
Çok sevip saydığım, kuantum fiziğine meraklı olduğum için de sürekli görüştüğüm bir dostum var. Dedim 'Hocam buldular sonunda', güldü. 'O CERN yılda kaç milyar dolarlık sponsorlukla dönüyor biliyor musun, CERN bir şey vermezse, o sponsorlar bu paraları vermeye devam ederler mi?' dedi. O yüzden böyle araştırmalar yapılır ki bütçeler devam etsin." Hasan Bey hafifçe kaykılıp "Hıncal Abi yani itibar etmeyelim mi bu araştırmalara" diye sordu.
Hıncal Abi gülerek cevap verdi: "Yani yazarsın, okursun işte. Onun haricinde üstüne tartışma döndürmeye gerek var mı efendim?" Şengül Hanım "Peki Hıncal Abi, gerçeklikten kopuyoruz tespiti doğru değil mi? Hep sanal aleme doğru kaymıyor muyuz?" diyerek aklımdaki soruyu sordu.
Hıncal Abi " Sanala doğru kaydık zaten Şengül. Dün gece birlikteydik.
Bir iki aydır görüşmeyen altı arkadaş oturmuş, sohbet muhabbet niyetimiz. Ama yok, herkesin elinde telefon, diğerine 'Bir şey göstereceğim' diyor. Yahu herkesin telefonunda gösterilecek yüzlerce şey var. Dün 'Bu masadaki herkes birbirine bir şey göstermeye kalksa bu masada sohbet olur mu?
Biz birbirimize göstermeye mi geldik' demem o yüzdendi. Biz buraya muhabbete gelmişiz, esas olan o muhabbetin tadını kaçırmamak" dedi.
Hıncal Abi'nin akıllı telefonu var.
Ama sosyal medya ile arası yok. Yani öyle biliyoruz. Bunları düşünürken Hıncal Abi çayını yudumlayıp devam etti: "Bizim gençliğimizde röntgencilik vardı. Dünyada kadının çıplak resimleri gazetelerde bile yayımlanmazdı.
Lise, üniversite çağlarında gördüğümüz en çıplak resim Brigitte Bardot'nun bikinili resmiydi.
Şimdi herkes teşhirci. Neler koyuyorlar Instagramlarına, ne mahrem fotoğraflar... Ha bir faydası oldu bu fotoğrafların, röntgenciliği bitirdi." Hasan Bey itiraz etti: "Hıncal Abi o voyörizm (gözetlemecilik), onun bitmesi pek mümkün değil. Zamanında Fransız felsefecilerin üzerine tartıştığı, Çetin Altan'ın da romanına başlık yaptığı 'Büyük Gözaltı' artık hayatımızın en önemli meselesi...
Kamerasız bir yer var mı, bugün aydınlatılmamış, gizli kalmış bir fiil var mı, yok. Bütün hayatımız kameraların gözetimi altında."
"Instagram dediğimiz 'Ayna ayna söyle bana, benden güzeli var mı dünyada'dan ibaret."
HER YERDE KAMERA
Hıncal Abi araya girip "1984'ü yaşıyoruz Hasan Hocam. İnsanlar da bile isteye mahremiyetini teşhir ederek buna katkı sunuyor" dedi.
Hasan Bey de "Aynen öyle. Her yerde kameralar var, asansörlerde, odalarda...
Şimdi insanlar odasında bile bir şeyle uğraşırken, kendi kendine 'Acaba izleniyor muyum' diye düşünüyor" dedi.
Hıncal Abi "Hasan Hocam" dedi "Artık sen televizyonu seyrederken televizyon da seni seyrediyor" diye karşılık verdi.
Sohbet harlanmaya başlamıştı. Ama artık insanlık olarak 1984'ü yaşamanın ötesine geçtiğimizi düşünüyordum, "Nedir tam olarak içinde bulunduğumuz durum" diye attım soruyu ortaya.
Hasan Bey "Anlatayım" dedi: "Oxford English Dictionary'de geçen sene en çok bakılan kelime 'post-truth, beyond truth' yani gerçek sonrası.
Artık gerçek sonrası bir dönemde yaşıyoruz." "Gerçek sonrası mı?" diye tekrarladım yüksek sesle... Hasan Bey "Evet, gerçek sonrası" dedi ve devam etti: "Şimdi insanlar bilim ve sanat ürettiler.
Nasıl yaptılar, doğaya bakarak. Doğa insanların temel kaynağıydı, buna Yunanlar bir isim de buldular; imitasyon, yani doğayı taklit etme. Sonra 1980'lerde binaların dışlarına birdenbire cam ve ayna giydirilmeye başlandı. İnsanlar düşünmeye başladı 'Yahu birdenbire niye tüm binalar ayna vazifesi görmeye başladı?' Felsefeciler o dönemde dediler ki: Artık doğayı taklit bitmiştir! İnsanlar post-mimesis, yani taklit sonrası dönemi yaşıyor. İnsanlar üretilmiş başka nesnelere, planlara bakarak üretiyorlardı.
Bu da yok artık. Şimdi bu elektronik dünyanın aynası var. Instagram dediğimiz 'Ayna ayna söyle bana, benden güzeli var mı dünyada'dan ibaret." Hıncal Abi "Doğru söylüyorsun Hocam" dedi.
HASAN BÜLENT'İ İSTEMİYORUM!
Hasan Bey "Yüzlerce fotoğraf çekiliyor Hıncal Abi, neden? Kendi istediğimiz dünyayı kurmak için. Lenin'in lafı vardır 'Bir tek gerçek vardır, somut gerçek' diye. Artık somut gerçek yok! Artık gerçeklikler, çoğulluklar var. Öyle olunca da herkes kendi gerçeğini inşa ediyor. Süperego diye bir kavram var değil mi? Ne demek bu, toplum, kural, yasa, baba, otorite, devlet demek, bize hiza ve istikamet veren bir şey. Bunun bir uzantısı nedir, adabı muaşeret. Bir uzantısı daha var, birbirimize tahammül. Bunlar gerçek. Ama teknoloji bizi gerçek ötesi alanlara itiyor. Orada sadece birlikte olmak istediklerimizle ilişki kurduğumuz sanal dünya inşa ediyor, kendi istediğimiz gerçekliği oluşturuyoruz. Mesela Twitter'da birisi aleyhinize bir şey mi söyledi, blokluyorsunuz, bitti. Bunu gündelik hayatta yapma imkanımız yok! Hadi blokla beni de göreyim."
Hıncal Abi fırsatı kaçırır mı, "Ben haftaya Hasan Bülent'i istemiyorum, blokluyorum" diyerek espriyi patlattı. Biz gülerken Hasan Bey "Aynen böyle oluyor Hıncal Abi bu sanal alemde" deyip devam etti: "Orada herkes kendi evrenini kuruyor. Niye çok fotoğraf çekiyor, çünkü kafasında kendisine ait çok güzel olduğunu düşündüğü bir görüntü var. Onu arıyor, arıyor, buluyor onu seçip koyuyor Instagram'a. Yani bu kendine hayranlık, kendinden başkasını sevmemek, sürekli olarak şişen bu egoyu doyurmak, doyuramadığın zaman da bunun mutsuzluğunu yaşamak... İşte depresyonla ilişkisi burada var" dedi.
Biz sorumuzun cevabını almıştık... Yani yeni dünya depresyona gebeydi. Hazırlıklı olun!
Şengül Hanım, "Hıncal Abi, gerçeklikten kopuyoruz tespiti doğru değil mi? Hep sanal aleme doğru kaymıyor muyuz?" diye sorunca Hıncal Uluç "Sanala doğru kaydık zaten Şengül" deyip şen kahkahasını attı. Hasan Bülent Kahraman ise "Artık gerçek sonrası bir dönemde yaşıyoruz" dedi.
O FOTOĞRAFI ÇEKMEYECEKSİN
Şengül Hanım sanal dünyanın tehlikeli olduğunu düşünüyordu "Haberiniz oldu mu bilmiyorum ama birtakım kadınlar müstehcen fotoğraflarını yanlış bir tuşa basmaları sonucu herkesin görebileceği bir yere koyuyorlar. Çok da güvenmemek gerek" dedi.
Hıncal Abi doğruldu yerinden biraz alaycı biraz da şüpheci bir ifade ile "Yanlış tuşa mı basıyor acaba?" dedi. Anlaşılan bu yanlış tuş meselesini inandırıcı bulmamıştı, ki sözlerine devam edince bunu anladık: "Kaç haftadan beri bütün ülke bunu konuşuyor, tüm magazin sayfalarının kapağında. Bir yanlış tuşla ulaştığın yere bak. Yok olmuş, kaybolmuş birisi birden gündemde bir numara." Cebinden telefonunu çıkarttı ve onu göstererek "Bakın bir şey şunun içine girdiği zaman bunu önleyecek bir sistem dünyada yok. Trump'ın en gizli resmi Putin'in elinde" dedi.
Hıncal Abi hiddetlenmişti. Sesinin yüksek çıktığını o da anladı tansiyonu düşürmek için daha sakince "Bakın" dedi; "Bir yaşam ve geçim tarzı oluştu. Takipçi sayın arttı mı para kazanmaya başlıyorsun.
Gidiyorsun bir yerde fotoğrafını çekiyorsun, o mekanın sahibi biliyor ki o resim üç buçuk milyon insanın cebinde, o anda hem de. Bundan iyi reklam olur mu? Beyfendi, hanımefendi falanca Sunset'te yemek yiyormuş... O firmalar takipçisi bol olan insanlara para ödüyorlar, gelsinler diye.
Reklam alıyorlar. ABD bunların peşine düştü şimdi.
Para kazanıyorsanız verginizi ödeyin diye. Yakında bizde de başlar bu durum. Ha bir şey daha söyleyeyim. Evvelden benimle resmi hatıra olsun diye çekilirlerdi, şimdi bir yerlere koymak için çekiliyorlar. Biz Hıncal'la bilmem nerede yemek yiyoruz, kahve içiyoruz izlenimi veriyorlar. İnanılır gibi değil!" Hasan Bey olanca sakinliğiyle "Algılar dünyası işte" diye araya girdi.
Hıncal Abi "Algı ama yalan yanlış algı. Korcan Karar'a gittim geçen yaz, Alaçatı'da. 'Gel abi sana evimi göstereyim' dedi. Gittik güzel bir bahçesi, havuzu falan var. Havuzun başında Ece Vahapoğlu...
Orada 'Hıncal Abi bir resim' dedi çektik. 30 saniye sonra Ece ile uzaktan yakından alakası olmayan bir arkadaşım Bodrum'dan yazmış, 'Hıncal Abi'yi yanaklarından öperim.' Ece ile bir alakası olsa neyse. Burada inanılmaz bir dolaşım hızı var." Hasan Bey "Bütün bunların bir özeti var" dedi;
"Edith Wharton bir roman yazdı Masumiyet Çağı diye. Artık masumiyet çağının sonundayız. Artık kimse masum değil."
"1984'ü yaşıyoruz Hasan Hocam. İnsanlar da bile isteye mahremiyetini teşhir ederek buna katkı sunuyor."
MASUM DEĞİLİZ HİÇBİRİMİZ
Hepimizin aklına gelen o şarkı sözünü dile getirmek tabii ki Hıncal Abi'ye düştü: "Sezen söylemişti zaten, masum değiliz hiçbirimiz." Hasan Bey "Şimdi adım adım geriye gidelim.
Yanlışlıkla düğmeye basmış fotoğrafı yayınlamış.
Kardeşim çıplak fotoğrafını niye çekiyorsun? Niye oraya koyuyorsun? Ayrıca bütün bunlar elektronik dünyaya girdiği andan itibaren elektronik iz diye bir şey var. Bunlar takip edilebilir, bulunabilir, ele geçirilebilir. Bütün dünya bunu konuşuyor yahu!
Rusya bugün Amerika'daki seçimlerde nasıl katkıda bulundu, acaba Fransa seçimlerinde bunun bir etkisi var mı? İş bu düzeyde. Uluslar istedikleri zaman bu elektronik müdahalelerde bulunacaklar.
Bunun küçük serpintileri de bizim kendi hayatımızda. Onun için elektronik dünyanın içinde dolaşırken bileceğiz ki mahremiyet bitmiştir, mahrumiyet hayli hayli bitmiştir ve tabii masumiyet de bitmiştir. Bu 'üç M' döneminin sonuna geldik." "Peki yeni dönemin adı nedir?" dedim.
Hıncal Abi, elindeki telefonu göstererek bu dönemin adını koydu: "Artık mecburiyet dönemine girdik." Hasan Bey de gülerek "Buna (telefonu kasdederek) mecbur olduk. Bunsuz yaşayamıyoruz" dedi.
"Bu mecburiyet döneminin değerlerinin oluşması uzun sürer mi?" dedim.
Hasan Bey biraz düşünüp "Sürer" dedi sonra da ekledi: "Yeni bir kuşak geliyor yahu! Bu kuşak bizim üzerine konuştuğumuz kavramları bilmiyor Hıncal Abi! Adam bambaşka bir kültürün içinde doğup yetişmiş. Bambaşka tedbirler gerekecek belki. Böyle bir dünyayı acaba bizim şimdi konuştuğumuz kavramlarla kuşatmak, bunları o dünyada aramak acaba gerçekten gelecekte karşı karşıya kalacağımız bir durum mu? Yoksa insanlar 'Ne mahremiyeti ya' mı diyecekler?"
Hıncal Abi yine bir kahkaha attı. Hasan Bey de katıldı ona ve "Hıncal Abi biz onlara göre eski bir dünyanın terimleri, kavramları, ilkeleri ile bugünkü dünyayı araştırıyoruz. Şimdi eline gazete almayan bir kuşak var. Onun için yeni dünyada belki de mahrumiyet, mahremiyet ve masumiyet de aranmayacak. Mecburiyet üstünden gideceğimiz bir dünya olacak" dedi. Hıncal Abi ise tebüssüm ederek "Kimbilir?" deyip sohbeti noktaladı.