O gün işe gelirken metrobüse binme savaşından bir dirsek yiyerek kurtulabilmiştim. Açıkçası her gün bu savaşa girmek bıktırıcıydı ve kötü olansa yakın gelecekte bu savaşın sona ereceğine dair bir umudumun olmamasıydı. O ruh haliyle Hıncal Abi'nin odasına gittim H2O buluşması için.
Hıncal Abi yazısını bitirmiş, Hasan Bey ve Şengül (Balıksırtı) Hanım ile sohbete başlamıştı çoktan. Herkes enerjikti!
İstanbul Film Festivali'nden söz açtı Hasan Bey, bana "Var mı güzel filmler?" dedi. "Var" deyip birkaç filmden bahsedecektim ama Hıncal Abi festival sözünü duyar duymaz lafa girdi. "Bıktım bu kendine film çekenlerden" dedi. Meğer festivalde bir filme gitmiş ve hiç beğenmemiş. Festivalde gösterilen filmlere karşı bir ön yargısı mı vardı diye düşündüm ama öyle olsa öğrenciler 1 TL'ye festivalde film izlesinler diye bu yıl düzenlenen hami uygulamasına destek vermezdi. Zaten sonrasında söyledi esas meseleyi; "Bıktığım kendi derdini seyirciye anlatamayan kekeme filmler" dedi.
O gün bıkkınlık meselesi kendisini dayatıyordu sohbet konusu olmak için. "Sürekli yaşayıp değişmediğini görüp bıktığınız neler var bu hayatta" diyerek sohbeti başlattım.
Hıncal Abi hep dert edip ve sürekli yazdığı trafikten girdi söze: "Daha bu sabah gazetenin önündeki trafik polisiyle resmen kavga ettim. 'Siz burada duruyorsunuz ya şu anda 10 tane trafik kuralı ihlal ediliyor. Polisin gözünün önünde adamlar kurallara uymamaktan çekinmiyor. Çünkü görevinizi yapmıyorsunuz' dedim."
Hasan Bey "Çok doğru söylüyorsunuz üstadım" dedi.
DEVLET YOK İSTANBUL'DA
Hıncal Abi devam etti: "Havalı kornasına daat diye basıyor adam. Umursamıyor. O umursamıyor ama polis de onu durdurup cezayı basmıyor. 'Bak' dedim polise: Burası gazete. Gördüğün her camın arkasında bir gazeteci çalışıyor. Kafasıyla çalışıyor. Burada saniye başı korna sesi var. Yukarı çık bir yazı yaz bakalım. Korna çalmak yasak İstanbul'da. Sonra sordum: Sen hiç birini durdurup ceza yazdın mı?"
Hıncal Abi o kadar heyecanlı anlatıyor ki olayı, Hasan Bey "Peki ne dedi polis?" diye sordu.
Hıncal Abi "Ne diyecek! Arkalarından ceza yazdığını söylüyor. Arkasından ceza yazsan ne olacak. Durdur onu, uyar. Adam bilsin kurallara uymadığında başına gelecekleri. Ya ben bunu hep yazıyorum; İstanbul'da devlet yok, devlet. Kendi hayatımı bu şehirde devletin olmadığı gerçeğine göre düzenliyorum. Gazeteci olarak da bunları yazıyorum" dedi.
Meğer Hıncal Abi de güne iyi başlamamış, onu anladım verdiği cevaptan... Sohbetin olmazsa olmazı kahve ve çaylar geldi o an. Bir es verdik böylece...
Hasan Bey kahvesinden ilk yudumu alıp "Bıkmak önemli bir mesele. Bıkmak bir haktır" dedi. Oturtamadım kafamda söylediklerini. Ama Hasan Bey'in meseleye farklı açıdan yaklaşacağını bildiğimden merakla bekledim sözlerinin devamını. Ki aynı merakı Hıncal Abi'nin yüzünde de gördüm.
Kaldığı yerden devam etti Hasan Bey:
"İnsanın en kötü özelliği nedir diye çok düşündüm. Ve bir şeye alışması olduğu sonucuna vardım. Hayatta her şeyinizi vereceğiniz bir nesneyi size versinler. Bir ay, bir yıl, 10 yıl onunla vakit geçirin, bir noktadan sonra onu görmez oluyorsunuz. Bunun için alışmak korkunç bir özelliğidir insanın. Ama bu alışmanın bir başka özelliği daha var. Alıştığımız, bıktığımız için yenilik yapma imkanı buluyoruz. Hayatımızdaki, düşüncelerimizdeki yeniliklerin altında işte bu alışma ve bıkkınlık meselesi var. Bu işin güzel yanı..." "Peki ya kötü yanı nedir?" dedim. Hasan Bey "Bıkmışız bir şeyden, usanmışız ama aşamıyoruz, değiştiremiyoruz ve yaşamak zorundayız. Bu bizim temel çıkmazımız" dedi.
"Sanki sabahki metrobüs gerçeğimi anlatıyor Hasan Bey" dedim kendi kendime...
Hasan Bey "Mesela" dedi: "Herkesin de mutabık olduğu, herkesin rahat etmesi için hazırlanmış, konulmuş olan ortak yaşama kurallarının ihlalinden ben bıktım. Hıncal Abi'nin anlattığı trafik bunlardan biri. Adabı muaşeret kurallarının yok sayılmasından, kabalıktan, hoyratlıktan bıktım. Aslında çok yararlı olabilecek televizyonun bu kadar tek düze, sıradan, ucuz kullanılmasından bıktım. İnsan ilişkilerinin kabalığı, karşındaki insana hak hukuk tanımaması, eğer bir toplumda, kentte yaşıyorsak bıktırıyor."
Hepimizin yaşadığı kent yaşamının adeta bir hayatta kalma yarışına dönüşmesi anlaşılan kimseyi es geçmiyordu ve gitgide herkes için bıktırıcı oluyordu. Bunları düşünürken Hıncal Abi araya girdi "Yahu Hasan Hocam sen uygarlığı tarif ediyorsun" dedi.
KENTLİLEŞMEMİŞ KENTLİLER
Hasan Bey de "Hıncal Abi Türkiye'de insanların hâlâ daha fazla eğitimle, kültürle iç içe geçmesi gerektiği kanısındayım. Tamam Türkiye sosyolojik dönüşümünün belli bir bölümünü tamamladı. Ama hâlâ Türkiye eğitimini ve kültürünü çok eksik yaşayan bir toplum" diye anlattı derdini.
Hıncal Abi "Bakın" dedi: "Amerika'da üniversitelerde bol bol araştırma yaparlar. Her şeyi araştırırlar. Geçenlerde birini okudum. Bazı şeylere alışmanın bilimsel olarak zararlı olduğunu ortaya koyuyor."
Merak ettik, nedir bu araştırma diye.
Hıncal Abi devam etti: "İşte o caddede 10 saniyede bir çalan korna sesinin gürültüsüne alıştığın zaman, o sesin kulağında yaptığı tahribat çok daha hızlı oluyor. Alışmadığın zaman, her seferinde vücut tepki gösteriyor, bunun için o tahribat daha az oluyor. Yani alışıp, tepki vermediğin zaman ayvayı yedin. Bir süre sonra duyma kaybın yüzde 50. Sonrası sağırlık. Tepki verirsen, alışmazsan sağır olmuyorsun. Yani güzel olan kötü şeylere alışmamak."
Hasan Bey "İşte bunun için söylüyorum, direnmek bir hak diye" dedi ve tebessüm etti.
Hıncal Abi çayından bir yudum aldı ve "Şimdi trafikten şikayet etmeyen var mı koca İstanbul'da, yok. Peki Hz. İsa'nın dediği gibi ilk taşı atacak günahsız biri var mı? Ben İstanbul'da bütün kurallara uyuyorum diyen biri çıksın İstanbul'da, törenle gideceğim elini öpeceğim, resmini çektirip gazeteye basacağım" dedi. Sonra da sesini yükselterek devam etti: "Hepimiz kurallara uymuyoruz. Eee adam diyor ya 'Herkesin başına bir polis koyamam ki' diye. İşte içimizde uygarlık yok Hasan yok..."
Hasan Bey, derin bir nefes aldı ve girdi söze: "Biz kentte yaşayan insanlarız. Türkiye'de insanlar kente göçtüler, geldiler. Bu istenen, özlenen, aranan beklenen bir şeydi. Ama 1970'lerde ODTÜ'de yapılan bir araştırmanın başlığı benim için hâlâ çok geçerlidir. Kentlileşmemiş kentliler."
Hıncal Abi araya girip "Harika" dedi.
Hasan Bey devam etti: "Bugün Türkiye'nin meselesi bu. Biz, Batı'nın Sanayi Devrimi sonrasında 150-200 yılda yaşadığı, eğittiği, kurallara uyma kavramının yerleştiği bir kültürden gelmedik. Biz çok hızlı bir şekilde bazı şeyleri yaşadık. Ama şimdi bunu böyle bırakmanın bir anlamı yok. Her zaman söylerim. İlkokul eğitimi Venezuela'nın dağlarının, kuşların sindirim organlarının öğretileceği yer değil. İlkokul eğitimi, temel ortak yaşamın, kent yaşamının kurallarının öğretildiği yer olmalı."
YUMRUKLAŞARAK OTOBÜSE Mİ BİNİLİR?
Hıncal Abi "Yahu benim çocukluğumun en önemli dersi Yurttaşlık Bilgisi'ydi. Var mı öyle bir ders, artık yok" dedi.
Hasan Bey de karşılık verdi: "Bizde de adabı muaşeret dersi vardı. O da yok artık. İşte tabiriyle söyleyeyim, bu lümpen insanların gündelik hayatı, kendi bildikleri gibi yönetmesi benim hayatımda en çok yıldığım unsurlardan birisi. Hepimiz yılıyoruz bundan. Hele ben en az bıkanlardanım. Çünkü toplu taşıma araçlarını kullanmıyorum. Yahu otobüse, metrobüse binmek için sıraya girilse herkesin hayatı en az yüzde 50 oranında rahatlayacak. Kapının önüne yığılıyor insanlar sonra da birbirlerine dirsek atarak yumruk atarak otobüse biniyor."
Ağzım açık kaldı. Tam bu sabah yaşadıklarımı anlatıyordu Hasan Bey.
"Yahu"dedi Hasan Bey "Taksi bekliyorsunuz sokakta. Birisi önünüze geçiyor. Uyanıklık yapıyor. Sonra da biniyor."
Hıncal Abi "Avrupa'da öyle mi, her sokakta bir taksi bekleme noktası var" diyerek bir anekdot anlatmaya koyuldu: "Sene 1963, ilk defa Paris'e gitmişim. Şanzelize'yi geçtim, yürüyorum. Yorgunum taksiye binip otele gideyim dedim. Taksi geçiyor, el kaldırdım durmadı ama şoför bana ileriyi işaret etti. Acaba taksi durağını mı işaret ediyor diye gösterdiği yere baktım. Taksi maksi yok ama 100 metre kuyruk. Gittim baktım taksi bekleyen insan kuyruğuymuş. Hâlâ da öyledir. Kuyruğa girip bekleniyor. Bizde olsa kavga çıkar."
Hasan Bey "Önemli bir yere geldik şimdi. Fransızlar kuralı sistemin uygulaması olarak yaşarlar. Amerika'da böyle bir durum yok. New York'ta taksi beklerken eğer vahşi biri değilse önüne geçmez. Bu yazılı olmayan bir kuraldır. Onlar kent hayatını yaşayarak öğrendiler, kurallarını oluşturdular. Bizde bu yok" dedi.
Hıncal Abi "Adamlar şunun farkında, orada yapmadığı uyanıklığın kendisine büyük bir faydası var. Herkes bizdeki gibi uyanıklık yapmaya kalksa işler karışacak" diye karşılık verdi...
Hasan Bey gülmeye başladı: "Üstadım ben de onu diyorum. Herkesin, hepimizin hayatı kolaylaşacak. Yani kendim için bir şey istiyorsam namerdim."
HASAN BÜLENT KAHRAMAN:
Dünya muhafazakarlaşıyor
HINCAL ULUÇ:
Muhafazakarlıktan uzaklaşıyor
Bıkkınlık meselesi kendini dayatmasaydı H2O'da TÜİK'in geçenlerde açıkladığı evlilik ve boşama istatistiklerini sohbet konusu yapmak istiyordum. Türkiye'de rakamlara göre evlenme ve boşanma oranlarında azalma görülmüş. Acaba bu durum evlilik tercihlerinin isabetli olduğuna mı işaret ediyor ve insanlar boşanma seçeneğini düşünürken daha mı ince eleyip sık dokuyor?
Böyle de soruyorum meseleyi Zorlu İkiliye...
Hıncal Abi şen bir kahkaha atıyor ve "Kaşınmıyorlar demek ki" diyor. Hasan Bey hemen anlıyor olayı "Tabii ya 'seven year itch' derler Amerikalılar. Yedinci sene kaşıntısı. Aynı adlı filmi de vardı" deyince bende jeton düşüyor.
EVLİLİK KIYMETE BİNDİ
Hani Marilyn Monroe'nun efsanevi etek havalandırma sahnesi olan film var ya bizde Yaz Bekarı adıyla oynayan ondan bahsediyorlar...
Hıncal Abi "Hayatta en sevdiğim filmlerden biridir. Tom Ewell'ın o filmdeki bakışını unutmam. Dünyanın en müstehcen bakışıdır" diyor.
Hasan Bey "İstatistikler ilginçmiş ama Hıncal Abi" diye söze giriyor sonra yorumluyor durumu:
"Dünya bence çalkantılı bir biçimde de olsa gitgide daha fazla muhafazakarlaşıyor. Amerika'daki, Avrupa'daki ve Türkiye'deki tüm bu siyasal değişimler sonucu sanki aileye bir dönüş yaşanıyor. 68 Kuşağı'nın getirdiği o büyük özgürlükler, bağımsızlıklar, kopmalar döneminden sonra Post AIDS dönemi denilen bence yeniden tek eşliliğin, ailenin ağırlık kazandığı bir dönem oldu. Bugün ise çoğul yalnızları yaşıyoruz. Hepimiz bu akıllı telefonlarla her an birbirimize bağlıyız ama öte yandan herkes de yalnız. İşte böyle bir dünyada evlilik kurumunun kıymeti daha da artıyor denilebilir."
Hıncal Abi doğruluyor koltukta "Sevgili Hasan'a itirazım var" diyerek başlıyor söze: "Evlilik ve boşanma oranlarının azalmasının sebebi tam tersine muhafazakarlıktan uzaklaşmamız. Eskiden Allah'ın emri peygamberin kavli ile kızı isterdin, imam nikahı kıyar evlenirdin. Sonra erkek 'boş ol' deyince kadın giderdi. Kadın eğer evi terk edip boşanmak isterse ailesi kadını, evin hizmetçisi gibi kullanan adamın evine tekrar götürürdü. Onun için evlenmek de boşanmak da çok kolaydı. Ama medeniyet düzeyi yükselince, feminizm hareketiyle kadın hakları da erkeğin haklarıyla eşitlenmeye başlayınca, işler değişti. Erkek evlenme teklifi etmeden şunu düşünmeye başladı. Yarın bir gün boşanırsam servetimin ne kadarı gider. Amerika'da yarısı gidiyor."
Hasan Bey "Bizde de öyle" diyor.
BOŞANMAMAK DUYGUSAL
Hıncal Abi devam ediyor: "Hal böyle olunca evlenmeden önce çok düşünüyorsun. Evlendikten sonra da kadın sana ne yaparsa yapsın mal varlığının yarısının gideceğini düşünerek boşanmıyorsun. Türkiye'de son dönemde popüler boşanma davalarına bakın, tek konuşulan şey kimin kime ne kadar para vereceği. Böyle olunca evlenme kararı vermek de boşanma kararı vermek de güçleşiyor. Yani olayın sebebi tamamen duygusal."
Hasan Bey "Bu yüzde 100 doğru ve nefis bir açıklama Hıncal Abi" diyor gülerek ve H2O sohbeti de keyifli bir şekilde bitiyor...