Hazar
Ergüçlü henüz 23 yaşında. Ama kariyerine
Gölgeler ve Suretler,
Benim Dünyam, fiziğini tamamen değiştirdiği
Açlığa Doymak filmlerini ve üç popüler diziyi sığdırdı.
Kuzey Güney'in Simay'ı,
Medcezir'in Eylül'ü ve son olarak
Analar ve Anneler'deki Kader o. Canlandırdığı her karakter onu hep bir adım yukarı taşıdı. Genç yaşında Derviş Zaim ve Uğur Yücel gibi iki ustayla çalıştı... Lisedeyken bu günlerin hayalini bile kurmadığını söyleyen Ergüçlü, Kıbrıs'ta doğup büyüdü. Annesi Kıbrıs Devlet Televizyonu BRT1'in yöneticisi, babası Kıbrıs Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni. Özellikle babası Hazar'ın yurtdışında hukuk okumasını istiyordu. Ama kader ağlarını ördü ve Kıbrıs'ta belediye tiyatrosunda onu Derviş Zaim'le karşılaştırdı... Derviş Zaim'in filminde rol aldıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi. Hazar Ergüçlü ile Beykoz Korusu'nda buluştuk. Yırtık jean'i, bol kazağı ve uzun paltosuyla ne kadar sade bir tarzı olduğunun sinyallerini verdi. Sadelik ve içtenliğin sadece tarzında değil, karakterinde de olduğunu keşfetmek uzun sürmedi. Kendini ifade etmeyi çok iyi bilen ve bunu bolca kitap okumasına verdiğim Hazar'la sohbet çok keyifliydi.
- Bu genç yaşa bunca işi sığdırdığın için yorgun musun?
- Hiç yorulmadım. Belki de sevdiğim şeyi yaptığım için. "Ayyy bugün de çalışıyorum" dediğim oluyor ama sete bir geliyorum bambaşka enerjiye bürünüyorum.
- İngiltere'de hukuk okuman ailenin hayaliymiş. Nasıl oldu da onları oyuncu olmak için ikna edebildin?
- Çok şanslıydım. Annem destek verdi ama babam kandırması çok zor biridir. O zamanlar oyunculukla ilgili çabama 'oyalanma' gözüyle bakıyordu. Oysa ben o arada İngilizce yeterlilik sınavını vermiş, yurtdışındaki üniversitelere başvurumu yapmıştım. Kabuller geldi... Ama Derviş Zaim'den film teklifi gelince, böylesine bir şeyi reddetmek mümkün olmadı.
- Derviş Zaim tarafından keşfedilen birisin... Bu nasıl hissettiriyor?
- Derviş Zaim'in filminde oynamak için çağrıldığımda inanamadım. Oysa hedefim belliydi, tiyatro yapacaktım, okula hazırlanıyordum ama bu kadarını da beklemiyordum. Başıma gelene inanamadım. Filmi izlediğim geceye kadar farkında değildim olan bitenin, o gece; "Filmde oynadım ben" diye çıldırdığımı hatırlıyorum.
- Oyunculuk çocukluk hayalin miydi?
- Bir tavsiye üzerine tiyatroya gitmeye başladım. Çok kolay etkilenen ve kapalı bir çocuktum. Belli etmezdim, çok neşeliydim, arkadaşlarım vardı ama öyle ultra popüler ve beğenilen biri değildim. Kendini kasan, üzen ve hırpalayan bir yapım vardı. Tiyatroya gidince kendimden utanmamayı, sevmeyi, daha iyi ve mutlu biri olmayı öğrendim ve "Keşke yaşamım hep böyle olsa" dedim. 15 yaşımdaydım ve bambaşka bir dünya açıldı önüme. Gazeteci bir anne babanın çocuğu olarak çok da okuyan biri değildim ama tiyatrodan sonra o metinler, yazılanlar bende bir patlama yarattı. Başka bir insan oldum. Bocalama halinden çıktım kendimi buldum.
ZAYIF OLMAYA KAFAYI TAKIYORDUM
- Kıbrıs'ta küçük bir toplumda büyüdün, bu nasıl etkiledi seni?
- Küçük toplumlarda gardını alma hali vardır. Çünkü herkes herkesi görüyor ve biliyor. Herkesin her şeyden çok kısa sürede haberi oluyor. Bu beni birazcık yordu. Bu Kıbrıs'tan kaçış durumu değildi ama.
- İstanbul'a geldin... Yaşadığın en büyük zorluk neydi?
- Toplu taşımaya alışmak ve soğuk çok zor geldi. Çok hareketli İstanbul, kaos var. Büyükşehrin tüm özellikleri ilk zamanlar üstüme üstüme geliyordu, aşırı insan, aşırı araba, aşırı ses. Bu beni yordu her Kıbrıslı gibi. Ama artık alıştım, çok seviyorum ve çok da iyi besleniyorum bu şehirden...
- Altı yılda içinde nasıl bir değişim yaşadın?
- Kendimi savunmayı öğrendim. Her şeye çok açıktım ve çok kolay yara alabilen biriydim. "Hayır" demeyi öğrendim. Öyle bir yaşta geldim ki, büyüdüm... Daha sakin biriyim artık. O kadar çok şey oluyor ki bu şehirde... Sokakta kendi derdinde yürürken bile kaldırımın öte tarafında bambaşka bir dertle yüzleşiyorsun.
- Bu işin gerektirdiği zayıf olma, güzel olma, harika görünme halleriyle baş edebiliyor musun?
- Zayıf olmaya çok kafaya takıyordum. Hiçbir zaman kendimi çok beğenmediğim için, sanki 34 beden ve taş gibi olsam her şey yoluna girecekmiş gibi hissediyordum. Ama bu kocaman bir yalan! "Yememem lazım" dedikçe lahmacunlar geçiyordu gözümün önünden... Verdim işte kilo, zayıfladım, istediğim kiloya indim, hiç de bir şey değişmedi! Ayrıca oyuncunun en önemli şeyi, zayıf ve güzel olması değil bence. Dergilerde de görüyoruz herkes mükemmel. Hayır ya, mükemmellik öyle bir şey değil. Sen zaten güzel ve iyisin, bin kilo da olabilirsin. Artık takmıyorum! Artık önceliğim sağlıklı beslenmek.
"BUNU NASIL OYNARIM" HİSSİ KABUSUM OLDU HEP
- Açlığa Doymak isimli bir filmde rolün gereği aşırı zayıfladın. Oysa senin yaşıtın kızlar ekranda güzel görünme kaygısını daha çok yaşar...
- Kendini de çok beğenen biri değilim. Ekranlara da "Ben güzelim" iddiasıyla çıkmadım. Tam tersine "Bunu nasıl oynarım" mevzusu kabusum oldu, her işte de olur... Birileri zaten görüntümle ilgileniyor. Hiçbir zaman iddialı biri olamadım.
- Dergilere kapak oldukça kendini güzel bulmaya başladın mı?
- Dergilerde olmak güzel... Ama photoshop çok riskli bir şey, bir anda başka birine dönüşebiliyorsunuz... Ne kadar sade o kadar iyi bence.
- Medcezir'de nasıl idare edebildin peki?
- İçimde öyle bir yan varmış demek ki... Hayatta asla giyemeyeceğim bir sürü şeyi giydim o dizide. Fuşya kısacık balon etek giymeye normal şartlarda cesaret etmem mümkün değil.
- Analar ve Oğullar'da tam tersi bir karaktersin...
- İçi dolu dolu bir karakter. Dramı, ağlamayı, ağır ve sarsıcı sahneler oynamayı seviyorum.
- Dizide bir annesin...
- 23 yaşımdayım ve "Anne olmak istiyorum" diyorum. Bir şeyler kurmaya, kendimi anneymiş gibi zorlamaya ihtiyacım yok, o bebeğe bakınca anne gibi hissediyorum.
ROMANTİK BİRİ DEĞİLİM
- Kitap okumayı çok sevdiğini biliyorum. En sevdiğin yazar kim?
- Orhan Pamuk'u çok severim. Sürekli onun reklamını yaparım (gülüyor). Tüm kitaplarını seviyorum. Onu okurken hikayeyi kovalama isteğiyle birlikte ağırlığı hep hissetmişimdir ama
Kafamda Bir Tuhaflık benim için olağanüstüydü. Orada her şeye taptım. En minik detaya bile... Hiç kopmadan, "Aman buralar geçsin" demeden okudum.
- Okurken satırların altını çizer misin?
- Çok. Hatta geri döner tekrar o bölümleri okurum. Bazen sonraları baktığımda, "Acaba bunun altını niye çizmişim" dediğim olur.
- Aklına kazınan aforizmalar olur mu?
- İstanbul'a gelip de, çalışmaya başlayınca hiçbir şeyi aklımda tutamaz oldum. Bazen bir kitap okurken, kendimi birisiyle kafamda kavga ederken buluyorum. Ama Orhan Pamuk'un son cümlesini unutmuyorum. Altında çok şey barındırıyor o cümle. Kitabın özetidir o; "Ben hayatta en çok Rayiha'yı sevdim" diye biter.
KIBRIS'IN YÜREK BURKAN BİR TARAFI VAR
- Kıbrıs'ı kendi gözünden anlatır mısın? Biz biraz önyargılıyız sanırım.
- Turist olarak gidince bir önyargı olabiliyor. Halbuki kumardan ibaret bir yer değil, çok mistik tarafları olan bir yer. Yarım kalmış bir toplum orası. Hâlâ çözülememiş bir mevzu var. Binaların inşaatları bile yarım kalmış... Her şey duruyor! Kapılar açılınca tüm bunları görür hale de geldik. Aslında çok sıcakkanlı insanların olduğu, güven duygusunun çok hakim olduğu bir yer orası. Herkes koşulsuz yardım eder. Kim olduğun önemli değildir. Çok büyülü bir havası var. Özellikle eski Lefkoşa, harabeler falan... Yürek burkan bir tarafı var ama insanlar bunun içinde yaşamaya ve mutlu olmaya devam ediyorlar.
- Kıbrıslıların Türkiye'ye tavrı nasıl?
- Tabii ki seviyorlar. Oranın bir kültürü var, kendine özgü bir şivesi var, ayrı huyları var, farklı yemekleri var, farklı tatları var. Bir örnek vermem gerekirse; Türkiye'nin her yerinde lahmacun yeniyor ve seviliyor. Düşünün ki, artık o lahmacun dükkanları kapatılıyor, Japonlar gelip her yerde sushi yapmaya başlıyor. Yavaş yavaş o kültür yok oluyor diye bir hassasiyet var. Korumaya çalıştıkları bir durum var bu da insanı saldırganlaştırır. Yoksa Türkleri sevmemek gibi bir şey söz konusu değil. Öyle insanlar değil, din, dil, ırk ayrımı asla yapmazlar.