Karadayı
üçüncü sezonunda artık "Dalya" diyor ve ekranlara veda ediyor. Üç sezondur ilgiyle izlenen dizinin setinden kimler geldi, kimler geçti... Karadayı, oyunculuklarını kanıtlamış birçok ismi daha da parlatmasının yanı sıra, yeni isimlerin de yolunu açtı. Ama yapımda rol alan öyle bir isim var ki, senaryoya dahil olduğu ilk günden itibaren hep övgü dolu cümlelerle anıldı. Ulaş Tuna Astepe'den söz ediyorum. Astepe'nin ilk dizi tecrübesiydi ve bu ilk tecrübede yılların Kenan İmirzalıoğlu'suna başkaldıran erkek kardeşi oynuyordu. Anlayacağınız seyirci sempatisi açısından işi bir hayli çetrefildi. Ama o üstesinden geldi. Karadayı Ulaş Tuna Astepe'yi sektöre kazandırdı. Bundan sonra yolu epey açık olacak, orası kesin! Biz de genç oyuncuyla her şeyi konuşmak üzere buluştuk. Astepe buluşacağımız yere bisikletiyle geldi ve hemen sohbete başladı;
- İki yılda tanınan, bilinen ve sevilen bir oyuncu oldunuz. Popülariteyle mücadeleniz nasıl gidiyor?
- İlk başlarda seyircinin hoşlanmadığı biriydim. Kenan İmirzalıoğlu'na posta koymuş ama becerememiş biriydim seyirci için. İnsanlar oyuncuya karşı, televizyonda ne görüyorlarsa ona göre davranıyor hâlâ... Çirkin Kral'ın taşlandığı zamanlardan çok da fazla yol kat etmedik. Bir gecede tanıdı insanlar beni. Bir akşam yattım ve sabah uyandığımda bakkal benimle farklı bir diyalog kurmaya başlamıştı... İlk başta seyircinin beni sevmemesi çok işime yaradı. Birden sevilen bir adamı oynasaydım ve sokakta bana öyle tepki verselerdi, gerçekten sevdiklerini sanabilirdim. İnsan sevgi gördüğünde, kendini değil karakterinin sevildiğinin ayırdına varamayabilir. İlerde çok sevildiğim bir rol oynayınca, ilginin o role olduğunu anlayabilirim.
- Nasıl bir yerde büyüdünüz?
- Romanların ağırlıkta olduğu bir göçmen mahallesinde büyüdüm. Her tür insan vardı orada; Yezidiler, Süryaniler, Romanlar, Manavlar... Arnavut Ayşe Abla, Pagançoların Ali, İğneci Şerika Abla, Deli Emine falan herkes birbirini tanırdı. Oradan çıkıp İstanbul'a gelince, bir Kürt'e kötü davranıldığını görünce çok şaşırmıştım. İzmit'te çok Kürt yoktur ama geldiğim yerde böyle ayrımlar yoktu. İstanbul'da bir otobüsteydim. Arka kapıdan biri bindi, otobüsteki kadın, "Şoför bey, doğulu vatandaş girdi" demişti! Anlayamadım. Bu zihniyet ve ayrım kafasının olmadığı bir yerde büyüdüm ben. Arnavut, Kürt gibi tanımlamalar sadece kişilerin isminin önündeki sıfatlardı bizim için. Biz bisikletle tepedeki mahalleye gidip, cemevinde yemek yiyip, aşağıdaki Çingene düğününde göbek atardık. Hepsini beraber yaşayabiliyorduk.
- Bu kadar renkli bir mahallede okula gitmek de eğlenceli olmuştur sanırım...
- İlkokulumuz da epey mimliydi. Jilet atanlar, kriminaller falan... Altıncı sınıfa geçtiğimizde sigara içmek zorundaydık yoksa tepki görüyorduk. Altıncı sınıfta sigara alıp, meşrubatla öksüre öksüre içerdik.
- Nasıl hayat hikayeleri çıktı ilkokul arkadaşlarınız arasından?
- Tam anlamıyla Zeki Demirkubuz hikayeleri çıktı diyebilirim.... Bir tanesi bir hayat kadının peşinden gitmiş, bir tanesi kebapçı açmış, dükkanında kurşunlanmış. İzmit'te kalsaydım benim de hayatım bir şekilde bir Zeki Demirkubuz filmine ilham olabilirdi. Ama okulda ve mahallede hep korunan kollanan biri oldum. Arkadaşlarımın bile bana küçükmüşüm gibi davrandığı biriydim. "Tuna sen arkada dur" derlerdi hep kavgalarda... Çünkü ben onlara göre zeki çocuğum ve bir şekilde korunmam lazım.
- 1999 depremi olduğunda 11 yaşındaymısınız.... O nasıl etkiledi sizi?
- Bu çağda yaşanabilecek çok ağır bir travmaydı deprem. Sanki bir dönemlerin savaşında yaşanabilecek bir şeydi. 11 yaşımdaydım, İzmit'te dev bir olimpik buz pisti yapılmıştı... Deprem olunca tüm ölüleri oraya topladılar. Biz de oraya gidiyorduk. Kat kat ölüler, bir sessizlik vardı. Böyle bir manzarayı gördükten sonra, kendimde de, İzmit halkında da, bir şeylere karşı hissizleşme hissediyorum. Ertesi gün mahalle maçımız vardı, beraber top oynamaya gideceğimiz arkadaşlarımız göçük altında kalmıştı. Babaları bağırıyordu, 'Oğlum çık, yarın maçın var' diye...
- Depremin ardından birkaç yıl sonra babanızı kaybetmek nasıl etkiledi sizi?
- 16 yaşımdaydım. Tüm bu travmaların bende pozitif bir sonucu oldu bence. Yaşayan anne babaların çocukları üzerinde bir gölgesi var ve her çocuk ondan uzaklaşmaya çalışır. Ama o gölge, mücadele alanı olmayınca, ebeveynle barış daha kolay sağlanabiliyor. Ergenlik dönemimde annemle çok kavga ederdik. Her şeyi ben biliyordum, o her şeyi yanlış biliyordu o dönem. Çok zorlanıyordu annem. Babamı kaybettikten sonra, o çatışma bitti annemle.
- İstanbul Erkek Lisesi'nde yatılı okulda okumuşsunuz... Nasıl şekillendirdi sizi yatılı okumak?
- Herkes askerlik anısını anlatır ya, benim de yatakhane anılarım var. Okuldan çok yatakhane o dönem hayatımda etkili oldu. Orada bir tür kader birliği yapmıştık. Hayat dersini orada öğrendik. Başlarda çok zorlandık hep beraber. Koşulsuz bir bağa alışmış yaştaydık, ailemizin yanından alınıp, bizi o kadar da umursamadığını düşündüğümüz bir yere bırakılmıştık. Necati Şolt diye bir müdür yardımcımız vardı, hepimizin babasıydı. Nöbetçi olduğu bir gece eşi aradı, çocuklarının hasta olduğu söyleyip eve gelmesini istedi. Ama Necati Hoca "Burada 150 tane çocuk var, gelemem oraya" benzeri bir şey dedi. Kan bağı olmasa da birinin seni sırf sen olduğun için çok sevebileceğini öğrendim yatılı okurken...
- Kendinizi oyunculukla ifade etmeye karar vermeniz nasıl oldu?
- İlkokulu okuduğum kenar mahalle ilkokulunda sanırım... Normalde 23 Nisan'da şiir okunur ya, bizim müdürümüz bir oyun havası kaseti koyardı, herkes oynardı. Dedim ya, Roman mahallesindeydi okul. Kimsenin bir şeyi umursamadığı bir okulda, ben derslerine çalışan bir çocuktum. Bir Yeşilay haftasıydı sanırım. İlkokul müdürümüz, alkolden ölmüş bir adamın monoluğunu getirdi okumam için. Bembeyaz bir kıyafet giyip, "Ben mi? Ben bir ölüyüm, çünkü alkol içtim" diyen bir ölü adamı oynadım sahnede. Bir protokol var önümde, kravatlı koca koca adamlar ve benim dediğim lafı dinliyorlar. Bu imkân başka bir şekilde elime geçemezdi. O zamanlar babama bile bir şey anlatamıyorum ki! Herkesin beni dinleme hali etkiledi beni. Söyleyecek bir sözün varsa muazzam bir şey oyunculuk, orada anladım. Sonra devam eden bir konfor alanı oldu.
BİSİKLETE BİNMEK JEEP'E BİNMEKTEN DAHA MEDENİ
- Bir şeyleri biriktirip, toplayan biri misiniz?
- Çok kutucu biriyim. Ayakkabı kutusunu bile atamam. Onların içini doldururum bir şekilde. Evine biri gelir, bir hafta kalır ve sonra ondan geriye bir şey kalır, onu o kutulardan birine atarım. Hansel ve Gratel gibi kaybolmaktan korktuğum için, bir takım şeyler bırakmak için yapıyor olabilirim. Geçmişimle ilgili her şeyim bende çünkü onu saklayacak insanlar vefat ettiler. Benim sakladığım en eski şey, hâlâ taktığım babamın saati var.
- Bir müzik grubunuz var... Müzik nereden çıktı?
- Daha çok bir garageband gibiyiz. Hepimizin gündelik işleri var ve onların sonunda gizli gizli yazışıp, buluştuğumuz ve müzik yaptığımız bir grup.
- Nasıl bir evde yaşıyorsunuz?
- Hiç dağınık bir adam değilim. Yoksa çok kafam karışıyor. Çok güzel dağıtırım ama çok da güzel toplarım. Eşyayla bağım zihinsel de bir yandan. Kendimde bir şey düzeltmek istiyorsam bunu bulaşık yıkarken yapabiliyorum. Dışarıda çok terörize olmuşsam eve gidip, ortalığı düzeltip, o düzgünlük içinde oturup kendi içimi de düzeltmiş oluyorum.
- Bisiklet mi ulaşım aracınız?
- Bisiklette çok ilkel bir alet ama çok medeni hissettiriyor insana. Jeep'e binmekten daha medeni hissettiriyor bisiklet. Asıl sebebim çocukken bisiklete binerken çok eğlenmiş olmam.
- Farklı bir rol mü hayal ediyorsunuz bundan sonrası için?
- Karakterim Orhan o kadar çok şey yaşadı ki; adam öldürdü, hapse girdi, âşık oldu, onu kaçırdılar falan... Bir hayatı üç yıldır yaşıyorum. Çok şeyine tanıklık ettim Orhan'ın. O karakterin tüm alt notalarını basmış oldum. Geçenlerde bir film teklifi için masaya oturdum, oynamamı istedikleri karakter başka biriydi ama Orhan karakterinden bir şeyler hissettim ve oynamak istemedim. Artık Orhan karakterinden uzak kalmak istiyorum. Birdman filminde öyleydi ya, bir yerden sonra karakterin seni takip etmeye başlayabilir ve bu sıkıcı bir durum. Oynadığınız karakter pek de gönüllü taşınmadığınız bir ev gibi. Mecburen, rol gereği o eve taşınmışsınız ama iş bittiğinde de başka bir eve taşınmak istiyorsunuz. O işi çok seversen Marilyn Monroe sendromu gibi bir şeye dönüşebilir; hayatın boyunca kendini çok seksi hissedip, yaşayabilirsin.
KENDİNİ SAKLADIKÇA İŞİN ORTAYA ÇIKAR
- Magazin basınında sıkça yer almaya başladınız... Aklınıza gelir miydi, mekan çıkışı 'yakalanmak'?
- Magazin kurgusu o kadar iyi yapılıyor ki, o da bir drama gibi... 'Geçen hafta Ali'yle idi bu kız, şimdi bununla' gibi bir hisle izliyoruz. Magazin denen şeyi de ünlüler yarattı bana göre... Geçenlerde biri magazincilere 'Git onurlu bir şey yap' demiş. Bu da doğru değil. Ayarı tutturmak gerekiyor.
- Ünlülerin özel hayatının merak edilmesini doğal buluyor musunuz?
- Mesela Edip Cansever'in aşk hayatı ilgimi çekiyor olabilir. Çünkü o aşkları bilsem, o şiirler başka bir şeye dönüşecek. Şu an olan magazin böyle değil ama... Herkes olmak istediği kişiyi gösteriyor bugün. Kendi hayatımın kabuğunu sakladıkça, insanlar da öze doğru bir şeyleri merak etmeye başlıyorlar. Sezen Aksu mesela, hiç ortalarda görünmez, ona dair çok az şey biliriz. Bir evde yaşıyor boğaz kıyısında ama orada ne oluyor bilmiyoruz. Ne kalıyor geriye; şarkıları...