Türklerin
Anadolu'daki tarihinde, 1071'den beri ilk kez 'cumhur'un kendi oyuyla seçtiği bir başkan, ülkenin yönetildiği en yüksek makama çıkacak. Çıkılacak makamın, yani Cumhurbaşkanlığı'nın bulunduğu tepenin 1071 rakımlı olması da -ebcet hesabına meşruiyet sağlayacak kadar değilse de -sembolik açıdan anlamlı.
Türküyle, Kürdüyle ve diğer bütün alt kimlikleriyle 'cumhur'un, reisini ilk kez kendi oyuyla belirlediği 10 Ağustos seçimlerinde Türkiye vatandaşlarının yarısından biraz fazlasının oyunu alan Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece sadece 12. Cumhurbaşkanı olarak değil, 'de facto' biçimde yeni Cumhuriyet'in seçilmiş ilk başkanı olarak Köşk'e çıkmaya hak kazandı.
Üç yıl önce, 19 Haziran 2011'de SABAH Pazar'da yayınlanan 'Yeni Cumhuriyet'in reisi' başlıklı yazımda Erdoğan için "Şimdiden Erdoğan'ın 'yeni Cumhuriyet'in reisi' olduğu söylenebilir" diye yazmıştım. Erdoğan, üç yıl sonra lideri olduğu yeni Türkiye'nin en üst makamına sandıkla gelerek kırılması güç bir siyasi rekora imza attı.
Bu rekoru, şair Sezai Karakoç'un deyişiyle yenilgi yenilgi değil ama engellerle büyüyen zaferlerle elde etti Erdoğan. 1990'ların başından itibaren önüne konulan her engelle daha da güçlendi ve adım adım zirveye çıktı. 1991 yılında Refah Partisi'nden (RP) İstanbul Milletvekili seçilen, hatta mazbatasını da alan, ancak tercihli oy sistemi nedeniyle yapılan itiraz üzerine milletvekilliği engellenen Erdoğan, 1994'te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde iki güçlü adayın arasından sıyrılarak zafere ulaştı. Bu yıllar, Erdoğan için bir tür 'iktidar tatbikatı'ydı.
SON BÜYÜK SAVAŞI DA KAZANACAK
Kurucu lideri olduğu parti, 2002'de iktidara geldiğinde bile siyasi yasaklı olan Erdoğan, yapılan bir yasal düzenlemeyle milletvekili seçildi ve hemen sonra başbakan oldu.
İktidara geldikten sonra ilk günlerden itibaren siyasi iktidarı, ordu veya başka bir siyaset dışı odakla paylaşmayacağını hissettirdiğinden olsa gerek türlü türlü operasyon planlarının hedefi oldu. Parti kapatmayla, muhtırayla, darbeyle, hatta suikastla devre dışı bırakılmak istendi. Ancak bütün saldırılardan, milletten aldığı desteği güçlü bir siyasi iradeye tahvil edebildiği için sıyrılmasını bildi.
Erdoğan, askeri vesayeti gerilettikten sonra 7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı tutuklama girişimi ile paralel devletin, yani cemaatin devletteki örgütlenmesinin ilk saldırısına maruz oldu. Askeri vesayet rejiminden çok daha tehlikeli bir rejim kurmak isteyen Gülenistlerin saldırılarını o tarihten sonra teker teker bertaraf etti. 17-25 Aralık 2013'te yolsuzluk soruşturması adı altında yürütülen yargı darbesi girişimlerini de savuşturdu.
Ancak savaş halen sürüyor ve Türkiye'nin, bu savaşı kazanmak için Erdoğan'a ihtiyacı var.
Türkiye tarihinde benzerine rastlanmamış paralel devlet sorunuyla mücadeleyi sürdüren Erdoğan, iki yıl önce yeni Türkiye'nin Armageddon'u adını verdiğimiz bu son büyük savaşı da kazanacak. Bu müstakbel zaferin sırrı, Erdoğan'ın milletle olan tılsımlı ilişkisinde saklı.
MİLLETİ EFENDİ OLARAK GÖRÜYOR
Erdoğan'ın milletle ilişkisi çok okunan büyük bir yazarın okuruyla kurduğu gizemli ilişkiyi andırıyor. Yazar, kariyerini borçlu olduğu okurunu nasıl velinimet olarak görüyorsa Erdoğan da milleti 'efendi' olarak görüyor. Ve milleti de ona büyük idealler sunarak 'efendi' olduğuna inandırdı.
Sunduğu ideallerin püf noktası, üzeri kalkınmacılıkla ve muhafazakârlıkla örtülmüş 'büyük millet ütopyası'. Bu çağrının karşılık bulmasında Osmanlı'ya, altın çağa duyulan özlem yatıyor.
Tayyip Erdoğan dünyayı salt bir imtihan mekânı olarak değil, eser bırakma yeri olarak da görüyor. Bu yüzden siyaseti, hitabeti, icraatçılığı bir sanat olarak kabul ediyor, yaptıklarının eser olarak görülmesini istiyor. Ancak eski sistem, Erdoğan'ın siyasi eser yaratma gücünü bir türlü göremedi, hâlâ da göremiyor.
Aslında 'yeni Cumhuriyet'in başkanı', gücünü, icraatçılığı belagatle birleştirebilmesinin yanı sıra eski Cumhuriyet elitistlerinin terk edilemeyen bir sigara alışkanlığını andıran o kadim anlayışından, yani "Biz her şeyin merkezindeyiz" böbürlenmesinden alıyor. Hâlbuki artık sistemin merkezinde -1071 rakımlı tepede- milletin ikinci kurucu olarak tayin ettiği bir siyasi irade oturacak. Yani bundan böyle millet, kendi alın terinin üzerinde yükselen sistemin kölesi değil, efendisi. Evet, millet artık gerçekten efendi ve -kimi Kemalistlerin sandığının aksine- Mustafa Kemal Atatürk de bugünkü tabloyu görse kurucusu olduğu Cumhuriyet'le gurur duyardı.