- Sonra iş hayatı başladı.
- Evet. Önce okulu bitirdim sonra birkaç şirkette çalıştım. Sonunda Siemens'e girdim. O dönem Siemens'in Türkiye distribütörü Kemal Derviş'in babası Rıza Bey'di. Çok iyi bir ailedir Dervişler. Kemal o yıllarda öğrenciydi. Gelir yanımda oturur ve sorular sorardı. Ben de anlatırdım olup bitenleri ve düşüncelerimi. Şaşkınlıkla dinler, "Size ve Kürt halkına ne kadar büyük kötülükler yapılmış!" derdi. Kardeşi Zeynep de çok iyi bir insandı. O Fransa'ya gitti okumak için Kemal de İngiltere'ye. Sonraki yıllarda da karşılaşıp muhabbet ettik. Bu şirkette 11 yıl yöneticilik yaptım.
ÖCALAN' DAN İLGİNÇ YORUM
- Kültür ve siyaset dünyasıyla da ilişkileriniz sürüyordu bu arada.
- Elbette. Görüşlerimi, düşüncelerimi yazıyordum. Kürt aydınlarının bir araya gelip güç birliği yapması için gayret ediyordum. Haklarımız için mücadele ediyordum. İşten çıkar bazen Çiçek Bar'a giderdim. Arif Keskiner, abisi Abdurrahman, Yılmaz Güney ve ben dörtlüydük. Güzel sohbetler olurdu. Rahmetli Yılmaz, "Yahu bu Yaşar'ın başına kötü bir şeyler gelecek" der ve endişelenirdi hep. Benden önce onun başına geldi bütün belalar. Sonra da bana uğradı kötülükler.
- Gelelim 1990'lara. Nasıl ortaya çıktı Özgür Gündem?
- Güneydoğu'da berbat ve kirli bir savaş sürüyordu. Aydınlar birer birer yok ediliyordu, at izi it izine karışmıştı. İnsanlar öldürülüyor, suikastler bir takım örgütlerin üstüne atılıyordu. Halk doğru haber alamıyordu.
- Gazete nasıl kuruldu peki?
- Ben hikayeyi sonra öğrendim. Abdullah Öcalan Şam'da bir grup Kürt aydınını topluyor ve kendi elemanlarıyla birlikte bir toplantı düzenliyor. Bu toplantı esnasında gazete kararı ortaya çıkıyor. Bir ara "Bu gazetenin sahibi kim olsun?" diye soruluyor. Hasan Bildirici benim ismimi öneriyor. Öcalan bunun sebebini sorunca "İstanbul'da oturuyor, iyi okulları okumuş, derecelerle bitirmiş. İş hayatı da çok başarılı. İmparatorluk gibi bir şirketi yıllarca yönetmiş. Temsil kabiliyeti de yüksek. Türk aydınlarını da çok iyi tanıyor..." falan demiş. Böylece ismim kesinleşmiş.
- Gazete çıktığında etkili olmuştu. Sonrasında felaketler başladı değil mi?
- Doğrudur. 18 ay içinde 24 cenaze vermiştik. Her ay birkaç arkadaşımızı uğurlardık kara toprağa. Kalleşçe ve alçakça vuruyorlar, kaçırıp işkence ederek öldürüyorlardı. Kurşunlar uçuşuyordu, biz çalışıyorduk... Sabahları evden çıkar, akşam dönemeyeceğiz diye çocuklarımızla vedalaşırdık. Kürtlerin hakları ve hukukları için çalışıyorduk. Gerçek en büyük tehditti o zamanlar.
- Musa Anter öldürüldü bu sırada.
- Evet. En büyük kaybımızdı. En sevilen insanımızdı. Kuvvetli bir kalemi ve çok hassas bir kalbi vardı. 74 yaşındayken vurdular Diyarbakır'da. Gazete açıldıktan dört-beş ay sonraydı. Aralarında itirafçı Kürtlerin ve Yeşil'in de olduğu JİTEM tarafından işlendi bu cinayet.
- DEP'in de başına geçtiniz, nasıl oldu?
- Bir gece gelip beni yatağımdan kaldırdılar. "Yeni bir parti kuruyoruz, başına geç" dediler. Ben kalp hastası olduğumu, bunun bana ağır geleceğini söyledim. Israr ettiler. "Kemal Burkay'la da görüşüldü, bütün çevreler buna destek veriyor" dediler. Ve her kesimden Kürtlerin beni işaret ettiğini söylediler. Bari gazete işini bırakayım dedim. Ankara'da işler yoğundu. Protokollere katılıyordum, yabancı temsilcilerle konuşuyordum, ara sıra Demirel'le görüşmek için köşke çıkıyordum. Kabul etmediler. Haftanın üç günü gazeteci, dört günü de parti başkanıydım.
- Herkes öldürülüyordu o dönemde siz ölümden korkmuyor muydunuz?
- Çalışmaktan ve koşturmaktan ölüm aklımıza hiç gelmiyordu. Doğruyu söylemek gerekirse ben de korkuyordum ama yapacak başka bir şey yoktu. Aslında daha sonra beni öldürmek için Ankara'da bir suikast timi oluşturulduğunu öğrendim. Sonra ansızın vazgeçmişler. Abdullah Öcalan bir gün bana "Seni niye öldürmüyorlar Yaşar Bey biliyor musun? Çünkü sen dünyadaki üç büyük gazeteci örgütünün de üyesisin" dedi. Ben Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF), Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) ve Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (IFJ) üyesiyim. Belki bu bana belirli oranda bir kalkan olmuştur.
TABUTUN ÇİVİSİ ÇIKMIŞTI
- O dönemde Uğur Mumcu da katledilmişti. Mumcu'yu kim öldürdü?
- Musa Anter'i, Bahriye Üçok'u, Ahmet Taner Kışlalı'yı kim öldürdüyse Uğur'u da aynı mihrak katletti. Yani derin devlet yok etti bu değerlerimizi. En son da Hrant Dink'i katletti aynı karanlık güç. Türkiye'yi istikrarsızlaştırıp, ölümler üzerinden düşman algısını çeşitlendirip bu kaos ortamında ülkedeki ipleri elinde tutmak isteyen güçler yani. Bunlar Erdoğan hükümeti döneminde ordudan ve bürokrasiden büyük oranda tasfiye edildi. Hâlâ içerde güçleri var.
- Yurtdışına çıkışınız aldığınız yoğun tehditlerden ötürüydü değil mi?
- Evet tabutun çivisi çıkmıştı. Derin devletin elleriyle kurulan ve askeri kışlalarda eğitimden geçirilen Hizbullah adlı taşeron örgüt satırlarla insanları doğramaya başlamıştı. 4 Eylül 1993'te DEP Milletvekili Mehmet Sincar Batman'da çarşının ortasında, herkesin gözlerinin önünde öldürülmüştü. Bu cinayetten kısa süre sonra ben tutuklandım. Üç ay kadar hapiste kaldım. Çıktım. Bu sırada Çiller'in ölüm listesinde ikinci sırada yer aldığım bilgisi geldi. Birinci sıradaki Behçet Cantürk öldürüldü. Sıra bana gelmişti. Arkadaşlarım ve yakınlarım, "git buralardan" diye ısrar ettiler. Can sağ oldukça dava sürer diye düşündüm. Kısa zamanda dönerim dedim ama işte aradan 21 yıl geçti.
- Neden dönmeye karar verdiniz?
- Çünkü gün oldu, devran döndü ve Türkiye değişmeye başladı. Erdoğan hükümetiyle birlikte başladı bu değişimin hikayesi aslında. Türkiye'nin en yakıcı ve karanlık meselesi Kürt meselesidir. Başbakan Erdoğan büyük cesaret gösterdi ve bir asırdır yanmayı sürdüren bu ateş kuyusuna elini soktu. Ve yavaş yavaş soğutmaya başladı. Barış Süreci başladıktan bu yana bazı yol kazaları hariç insan cesedi inmedi dağlardan. Ne bir Kürt genci öldü dağda ne de bir Türk delikanlısı. Ocaklar sönmüyor şimdi eskisi gibi.
- Kusursuz mu işliyor süreç?
- Kusursuz demek yanlış. Hükümet aydınların eleştirilerini pek dikkate almıyor. Barışa herkes sahip çıkmazsa kalıcı olması mümkün değildir.
CHP GEÇMİŞİN CİDDİ VE SAMİMİ ÖZELEŞTİRİSİNİ YAPMALI
- CHP ne yapabilir bu süreçte?
- CHP bu sürece tam olarak katılmıyor. CHP'nin işi zor çünkü bu partinin omuzlarında haklı Kürt isyanlarının kanlı apoletleri var. Önce bunları söküp atmalı. Geçmişin ciddi ve samimi bir özeleştirisini yapmalı. Dersim'in, Zilan'ın hesabını vermeli. Sonra da Kürtlere gelmeli. Programım şudur demeli. Var mı öyle bedavadan BDP'nin, HDP'nin tabanının oylarına talibiz demek? Bunun için ne bedel ödedin kardeşim? Bizim acılarımızı sonsuza kadar dindirecek merhemin var mıdır? Programın, takvimin nedir bu konuda? Bunları bilmeliyiz ki bu partiye güvenelim. Ama ben CHP'nin içinde böyle insani bir dinamik olduğuna ve bir müddet sonra bu insanların harekete geçeceğine de inanıyorum.
PKK STALİNİST BİR YAPILANMADIR
- Siz PKK'yı da eleştiriyor ve bu örgütün Stalinist bir yapılanma olduğunu savunuyorsunuz.
- Doğrudur. Bir aydın sadece karşısında olduklarını değil, yanında durduklarını da eleştirebiliyorsa doğru ve düzgün bir insan olabilir. Aydın olarak kalabilir. Beni gazetenin ve partinin başına davetle getirdiler. Tam onlar gibi düşünmediğimi de biliyorlardı. Evet, PKK bu topraklardaki diğer siyasal oluşumlar gibi Jakoben ve Stalinist bir anlayışa sahip. Partide demokratik bir işleyişin olduğu söylenemez.
- Bütün bunlara rağmen Barış Sürecini başlattılar. Başka görüşlerin tartışılmadığı yapıdan barış çıkabilir mi?
- Yok öyle değil. Ben Abdullah Öcalan'la Şam'da tam üç kez görüştüm. Bir gidişimde beni bırakmadı tam 32 gün kaldım orada. Pragmatik bir adamdır. Durumları ve vaziyetleri çok süratle analiz eder. PKK Stalinist bir yapılanmadır ama bu örgüt içinde en akıllı ve demokrat insan Öcalan'dır. Bu yüzden barış çıkar. Bu barış hepimiz için çok ama çok önemlidir. Barışa ekmek kadar, hava kadar, su kadar muhtacız.