Geçen hafta Mardin'e gittim. Nusaybin ilçesinin Akarsu beldesinde garip bir bahçeden içeri girdim. Güller, hatmiler, akşamsefaları, kadife çiçekleri, krizantemler açan bir bahçeydi burası. Nar ağaçları, incirler yemişlerini vermiş, asmalardaki üzümler kızıla dönmüştü. Bu kocaman cennet misali bahçenin tam orta yerinde büyük Kürt yazar ve şair Musa Anter'in mezarı vardı. Ve mezar taşında "Zılm ne qeder", yani zulüm kader değildir ibaresi yer alıyordu. Zulme başkaldırmış ve işte tam bu sebeple ömrü boyunca zulüm görmüş bu adamın çocuklarıyla buluştuk bu bahçede. Babaları hakkında bugüne kadar çok yazıldı, çok konuşuldu ama bu çocukların ne şekilde yaşadığı, ne acılar çektiği, nasıl bir eğitimden geçtikleri, yıllar boyu nerelerde sürgün kaldıkları pek bilinmedi. Bu güzel ve kederli bahçede, olağandışı bir serüvene sahip olan bu üç güzel kardeşle yani Anter, Rahşan ve Dicle Anter ile üç gün geçirdim. Bilmediğim ne çok şey varmış, onlardan öğrendim. Bu üç gün boyunca dış dünya kapının ardında kaldı ve bu bahçenin dışına adımımı atmadım. Buna da gerek yoktu zaten. Çünkü bütün dünya o bahçeye akıyordu sanki. Kapıdan bir grup insan giriyor, sessiz sedasız mezara doğru yürüyor, ellerini gök kubbeye doğru açıp dualar okuyor, geldikleri gibi usulca çekip gidiyorlardı. Beli bükülmüş, sanki bin yaşındaki bir nine bastonuna dayanarak tek başına, kim bilir nerelerden geliyor, elindeki bezle mezarın üstündeki tozları siliyor, eğilip dudaklarını kara taşa değdiriyor, akşamın alacasında gölgelere karışıyordu sonra. Birisi "Ben Kuzey Irak'tan geldim" diyordu, bir diğeri Hakkari'den, bir başkası Fransa'dan, biri İzmir'den, İsveç'ten, Kanada'dan... Şimdi size bu üç günün, üç kardeşin ve bahçenin hikayesini anlatacağım.
ÜÇÜ DE AYRI BİR DEĞER
Anter Anter 68 yaşında. Laleli'de Gençtürk Caddesi'nde doğuyor. İlkokul bir ve ikinci sınıfı Akarsu'da okuyor. O sırada Mardin'de bir trahoma salgını çıkıyor. Dedeleri Abdurrahim Zapsu gelip bütün torunlarını toplayıp İstanbul'a götürüyor. Laleli'de eğitimini sürdürüyor. Futbola ilgi duyuyor. 16 yaşındayken Kasımpaşa Spor genç takımına giriyor. Fenerbahçe antrenörünün dikkatini çekiyor ve takımın antrenmanlarına katılmaya başlıyor. Ama 1969'da İsveç serüveni başlayınca transfer gerçekleşmiyor. İsveç'e gider gitmez hemen Upsala takımına kabul ediliyor. Bu sırada jeoloji, siyaset bilimi ve mühendislik alanlarında eğitim alıyor. Sonra evleniyor ve futbolu bırakarak birçok işte çalışıyor. İlk ve ikinci eşi İsveçli, son eşi ise Norveç asıllı. Beş çocuğu var. 65 yaşında olan Rahşan Anter Yorozlu, Bedirhanilerin Suadiye'deki köşkünde doğmuş. Erenköy Kız Lisesi'ni bitirmiş, İsveç'te çocuk psikozu, özürlü çocukların rehabilitasyonu üzerine eğitim almış. İlk eşi, Türkiye'de jet motorları üzerine çalışan ilk mühendislerden biri olan Yusuf Çürüklü. Bu eşinden iki oğlu var. Rahşan Hanım'ın ikinci eşi Türk resminin büyük ustalarından Şenol Yorozlu. Ailenin en genci olan Dicle Anter 62 yaşında. O da ablası gibi Suadiye'deki köşkte doğuyor. Suadiye Lisesi'ni bitirdikten sonra futbola başlıyor. 1971'de İsveç'e abisinin yanına gidiyor. Önceleri İsveç'in ikinci lig takımlarında top koşturuyor, sonra da futbol antrenörlüğü üzerine eğitim görüyor. 25 yıl boyunca çeşitli okul ve takımlarda eğitmenlik yapıyor. İki kez evleniyor. Birinci eşi Kürt, ikincisi Zaza. Beş çocuğu var. Çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde makaleler yazıyor. Şu anda Batman'da yaşıyor. Bu üç kardeş son günlerde babaları adına bir vakıf kurmak için çabalıyorlar. Akarsu'daki evlerinin bahçesinde bir küçük müze oluşturmuşlar. Artuklu Üniversitesi, büyük bir müze, bir Abdurrahim Zapsu Kütüphanesi ve Konukevi için proje yapmış. Bu projeyi Kültür Bakanlığı da destekliyor.
ANTER DAVASI ERGENEKON'LA BİRLEŞSİN
DİCLE ANTER: Ergenekon Davası'nın ilk duruşmasına katıldım ve babamın davasıyla birleştirilmesini istedim. Kemal Kerinçsiz yerinden fırlayarak, "Oralara gitmeyin, oralara gitmeyin; o zaman her şey karışır!" diye bağırdı. Kerinçsiz de Ergenekon hakimleri gibi bilinçli bir şekilde, bu davanın Fırat'ın ötesine geçmesini istemiyordu. Çünkü Türkiye'de devlet geçmişiyle hesaplaşmaktan korkuyor, "Her şeyin üstüne sünger çekersek unutulur" diyor. Düzen biraz değişti elbette ki ama eski devletin hatırı sayılır isimleri hâlâ bu sistemin içinde önemli görevlerde yer alıyor. Bunlar temizlenmedikçe ve geçmişle kesin ve açık bir hesaplaşma yapılmadıkça kesin ve kalıcı barış sağlamak mümkün değil aslında. Şimdi iki ayrı mahkemeden Yeşil'in bulunması için karar çıkmış. Bunu anlamak mümkün müdür? Düşünün ki bir devlet, bir zamanlar kendi hesabına çalışan, ciğerini bile bildiği bir elemanı bulamıyor. O devlet ve o memleketteki istihbarat birimleri niçin vardır diye sormaz mı insan?
ABDURRAHİM DEDEMİ ÇOK ÖZLÜYORUM
RAHŞAN ANTER: "Annemi anlatmaya dedem Abdurrahim Zapsu'dan başlamam gerekiyor. 1890'da Van'ın Başkale ilçesinde doğan dedemin soyu baba tarafından Abdülkadir Geylani, ana tarafından ise Abbasi sülalesine dayanıyor. Osmanlı devrinde Kürt meselesi üzerine ilk ses çıkaran entelektüellerden biri olarak kabul ediliyor. Çok saygı gören bir şair ve yazardır. Kürtçe tiyatro eserleri kaleme alıyor. Çok sayıda kitap yazıyor. Bu kitaplardan biri de üç ciltlik Büyük İslam Tarihi adlı eser. I. Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesi'nde Ruslara karşı savaşırken yakın arkadaşı Said-i Nursi ile birlikte esir düşüyor. Bedirhan Paşa'nın torunlarından biri olan büyükannem Hidayet Hanım'la tanışıp evleniyor. Annem Hale Hanım ve dayım Mustafa Pertev dünyaya geliyor. Cüneyt Zapsu, Pertev dayımın oğludur. Dedemin Laleli Yeşil Tulumba Sokak'taki evinden misafir hiç eksik olmazdı. Babam da hukuk okumak için İstanbul'a geldiğinde çevresindeki dostları, 'Abdurrahim Zapsu'yla tanışmalısın' tavsiyesinde bulunuyor. Böylece geliyor dedemin evine. Annemi görüyor ve 'İşte budur' diyor. O dönemde annem Sank Georg Avusturya Lisesi'nde okuyor. Annem de babama kapılıyor ve okulu bittikten birkaç sene sonra evleniyorlar. Onlarınki çok büyük bir aşktı. Annem babamın peşinden memleketin bütün hapishanelerini gezdi, bizi neredeyse tek başına büyüttü. Çünkü babam her yıl en az birkaç ay içeri alınıyor, bazen de senelerce ortada gözükmüyordu.
HOROZ DÖVÜŞLERİNDE YAN HAKEM
Bir gün okulda öğretmenimiz herkese tek tek babalarının ne iş yaptığını sordu. Biri bakkal dedi, biri manav, diğeri sütçü dedi. Etraftaki komşular dedikodu yaparken babam hakkında hep Kürtçü diyorlardı. Ben de bunu meslek zannediyordum. Az kaldı söyleyecektim ama çenemi tutup tam bilmediğimi belirttim. O akşam babamın karşısına geçip durumu anlattım ve ne iş yaptığını sordum. Tatlı tatlı güldü ve 'Ah benim tatlı kızım, sana bir daha sorarlarsa babam horoz dövüşlerinde yan hakemlik yapıyor diye cevaplarsın' dedi.
EN AZ DEVLET BAHÇELİ KADAR BU VATANI SEVİYORUM
ANTER ANTER: "Türkiye'de vatandaşlar bir hak istediklerinde politikacılar hançerelerini yararak, 'Bunlar vatanı bölmek istiyor' diye bağırıyorlar. Bütün iktidarlarını korku üzerine kurmuşlar. Oysa babamın da söylediği gibi, "Bu memleket Çengelköy hıyarı değil ki ortasından bölelim." Ben bu ülkeyi en az Devlet Bahçeli kadar seviyorum. Aksini iddia ediyorsa ispat etsin. Ben genç yaşımda terk edip gittim buraları. 41 yıl vatan hasretiyle yandım tutuştum. Gurbetteyken iki zamanlı yaşardım. Duvarımda bir İsveç takvimi dururdu ama içimde İstanbul'un mevsimleri akardı. Farzı misal İsveç'e bahar gelirdi, henüz karların kalkmadığı topraklara bakar, 'Şimdi Boğaziçi'nde erguvanlar açmıştır' derdim. İklim biraz ısınır, Üsküdar'da mor salkım zamanı diye düşünürdüm. Bazı sabahlar İstanbul'daki arkadaşlarımı arar, 'Kırlangıçlar geldi mi?' diye sorardım. Sonra palamutlar geçti mi, Kavak incirleri çarşılara indi mi diye merak ederdim. Siz iki takvimli, iki iklimli yaşamanın ne demek olduğunu bilemezsiniz.
TÜRK'ÜN DOSTU KÜRT'TÜR
Bir ülkeyi sevmek demek, o memleketin topraklarında yaşayan kırlangıçları, kaybolmaya yüz tutmuş endemik bitkileri, çınarları, dağlardaki yaban keçileri sevmek demektir. Ve vatanın üzerindeki her bir insanı sevmek demektir. Sadece Türk'ü sevmek, sadece Kürt'ü sevmek olur mu? Sadece Müslüman'ı seversen Süryaniler'e, Rumlar'a, Keldaniler'e, Ermeniler'e haksızlık olmaz mı, Anadolu'nun bu eski kavimlerinin boynu bükük kalmaz mı? Ben İsveç'teyken bir kulağım ve gözüm hep Türkiye'deydi. Dağlarda gencecik yaşında bir gerilla ölse içim titrerdi. Ama aynı zamanda bir polis ya da asker öldüğünde de oturup hüngür hüngür ağlardım. O yüzden geri çekilmeyle birlikte başlayan bu barış süreci çok önemli. Hükümetin barış için büyük bir cesaret gösterip irade koyması ve Öcalan'ın 'Artık silahlar sussun, fikirler konuşsun' çağrısıyla başlayan bu süreçte görüyorsunuz ki dağlardan acı haberler gelmiyor. Her iki taraftan gencecik fidanlar devrilmiyor. Şunu herkes çok iyi anlamalı: Şartlar ne olursa olsun, biz beraber yaşamak zorundayız. Barışın yerini yine savaş alırsa yanmışız demektir. Savaş ve kaos hiç bitmeyecek demektir. Bunun yolu da kardeşlik, adalet ve eşitlik içinde yaşamaktan geçiyor. Bölünürüz bahanesiyle hak vermekten korkanlar aptallardır. Hak bölünmeyi değil kenetlenmeyi getirir, birliği pekiştirir çünkü. Kaos sadece silah ve eroin tacirlerinin işine yarıyor. Ve her kim ki barış yerine savaşı dillendiriyor, bence onlar bu zebanilerle ortaklık ediyor. Bakın benim gibi onbinlerce insan var yurtdışında. Hepsi iyi eğitimli ve yetişmiş. Hepsi bu vatanı Yozgat'taki bir Türk ve Toroslar'daki bir Türkmen kadar çok seviyor. Türklerle Kürtler eşitlik temelinde birleşip Batı'ya, uygarlığa doğru el ele yürüyebiliriz. Ayrıca ortada yıllık en az 100 milyar dolarlık ticaret hacmi var. Yani kısaca Türk'ün Kürt'ten, Kürt'ün de Türk'ten başka dostu yoktur."
ÖNCE LÜBNAN BAŞBAKANI SONRA POLİSLER
"Babam Kürtler'in haklarını alması için büyük bir mücadele verdi ama asla milliyetçi değildi. Mesela benim birinci ve ikinci eşim Türk. Hiç karışmadı, bir gün bile bu konuda ağzını açıp bir şey söylemedi. Biz zaten enternasyonal bir aileyiz. Amerika'dan Arjantin'e, Lübnan'dan İsveç'e, Fransa'ya kadar dağılmışız. Hiç unutamadığım bir hafta vardır. 1959 senesi. Menderes dönemiydi. Lübnan Başbakanı Sami el Sulh bizim başbakanın konuğu olarak Türkiye'yi ziyaret ediyordu. İstanbul'a gelince, 'Burada benim bir kuzenim var, adı budur, adresi budur' diyor. Ve bir sabah vakti annemi görmeye geliyor. O gün Feneryolu'ndaki bütün sokak trafiğe kapatıldı. Resmi araçlar alay-ı vâlâ ile girdiler sokağa. Annem, babam ve biz üç kardeş kapıda karşıladık. Güzelce ağırladık onları. Vedalaşıp ayrıldılar. İşte bu ev, tam bir hafta sonra polisler tarafından basıldı ve babam kelepçelenip götürüldü. İdamla yargılanmaya başlandı. Böyle bir hafta nasıl unutulur. Babam bir dava adamıydı ama neticede bir babaydı. Kendisinin değil de bizim başımıza bir şeyin gelmesinden korkardı. Anter abimi İsveç'e gitmesi için teşvik eden babamdı. Sonra da Dicle gitti. 5-6 yıl sonra ben de çocuklarımı alıp yollara düştüm. Çok rahatladı. Onun başından bela hiç eksik olmuyordu. Birkaç kez 'Baba ne olursun sen de gel' diye yalvardık. Sert bir şekilde geri çevirdi. 'Ben burada doğdum, burada öleceğim çocuklar. Gelirsem oralara, bunlar benim korktuğumu sanırlar. Bu da hak hukuk mücadelesi veren insanlarımızı umutsuzluğa düşürür' dedi"
SAYIN BAŞBAKAN'IM, BEN MUSA ANTER'İN 67 YAŞINDAKİ OĞLU ANTER'İM
"1969'da İsveç'te katıldığım 1 Mayıs mitinginde, Türkiye aleyhine slogan attığım gerekçesiyle 1972'de vatandaşlıktan çıkarıldım. 2011'de Erbil'de Uluslararası Ticaret Fuarı vardı. Ben de Erbil'de yaşıyor, otel ve restoran işletiyordum. Fuara gittim. Katılanların yüzde 80'i Türk firmalarıydı. Firma sahiplerinden birkaçı beni görünce tanıdı. Etrafım bir anda kuşatıldı. Birlikte resim çektirenler, sarılıp bağrına basanlar. Bu sırada fuara gelen birkaç bürokrat ve AK Parti milletvekili de kalabalığın içine dalıp kendilerini tanıttılar. Ben de onları yemeğe davet ettim. 'Neden dönmüyorsunuz?' diye sordular. 'Kapıları açtınız da gelmedik mi?' diye takıldım. Adnan Yüce 'O zaman hemen şimdi Başbakan'a hitaben bir dilekçe yaz. Biz özel kaleme verelim' dedi. 'Yahu dalga mı geçiyorsunuz' diye çıkıştım. Ciddiydiler. Oturup çalakalem bir dilekçe döktürdüm. 'Sevgili Başbakan'ım' diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu: 'Ben Anter Anter, Musa Anter'in oğluyum. 67 yaşındayım. Bir kere olsun babamın mezarına gidip bir Fatiha okuyamadım. Babam benim durumumu biliyordur, o beni affeder. Memleket hasretim beni öldürecek. İzin verirseniz topraklarıma ayak basmak, babamın mezarında dua okumak, İstanbul'da bir simit yiyip Boğaziçi'ni koklamak istiyorum.' Tam 21 gün sonra Adnan Yüce'den 'Ne zaman geliyorsun?' diyen bir telefon aldım. Resmi izin yazısını faksladı. 30 günlük geçici bir izin çıkmıştı. Geldim. O 30 gün içinde kimliğim ve pasaportum elime teslim edildi. 41 yıllık çilem bitti..."
MESUT YILMAZ'I FENA YENERDİM
"Babam bir iş kurar sonra da hapislere düşer işleri dağılıp giderdi. Çok parasızlık çekerdik. Ben çeşitli işlere girip çıkardım. Su, simit, limonata satardım. Parasız kalınca da iddialı poker oynardım. Çok da iyiydim. Mesut Yılmaz pokeri çok sever ama pek beceremezdi. Fakat inatçı ve hırslıydı. Anter geldi diye haber verdiler mi hemen ortamlara düşerdi. Ben onun yüzündeki ifadelerden elinde ne olduğunu anlardım. Az parasını almadım elinden, az keklemedim onu. Şimdiki ifadesiz suratını da pokere borçludur aslında. Çalışıp çabaladı ve yüzündeki ifadeyi kaybetmek için gayret etti. Kaybedince de bir daha bulamadı..."