Motoru
170'e kökleyip Kaş yollarında rüzgarı saçlarında hissetmeye benzemiyor; Stockholm Gröna Lund'daki Insane makinesinde tepetaklak olmaya benzemiyor; plajda yatarken voleybol mu oynasak, banana mı yapsak tadında hayatı renklendirme çalışmalarına hiç mi hiç benzemiyor. Bu, başka türlü bir şey, tam benim istediğim, kendimi özgürlüğün en dibinde hissettiğim. Bu skydive. Pazar 09.30. Bavulun içine ne buldumsa attım modeli doldurup Ece ve Elif'le birlikte İzmir'e varıyorum. İstikamet Selçuk Efes Havalimanı, bir diğer adıyla paraşütle atlanacak yer, daha da ilgilenenler için Skydive Efes. Hava sıcak; kantin olarak bilinen ana binanın içine girdiğim anda tamam tepkisi veriyor bedenim, kerata sen bu işi yapacaksın! Üstelik bu daha tandem (4 bin küsürüncü atlayışını yapan hocaya kanguru misali bağlanarak atlama şekli).
SÜRGÜLÜ KAPI AÇILIYOR VE...
Öncelikle şunu söyleyeyim, korkmaktan korkma! Çünkü kalp 130'a depar atmış gidiyorken, seni bir tulumun içine sokuyorlar. "Aaa bu çengeller kopmuş," şakaları eşliğinde uçağa bindiriyorlar. Hocanın bacaklarının arasındaki uçuş konumunu alıyorsun ve teyyare havalanıyor. "Tamam mı, geldik mi, atlıyor muyuz?" soruları eşliğinde geçen 20 dakikaya yakın zamanda uçak olması gereken irtifaya erişiyor. Saat 12 bin feeti gösterdiği anda, uçağın garajı andıran sürgülü kapısı açılıyor; önden kaskının üzerinde Goprosu'yla kameraman (Şahin Hoca) uçağın yanındaki yerini alıyor ki çıkışımı çekebilsin. Başımı hocamın omzuna yaslıyorum. "Şimdi gözlerini kocaman aç yolcu," diyor. Gökyüzündeyiz! Hikayenin bu noktasında 'uçmak anlatılmaz yaşanır' klişesinin en doğru kullanımlarından birine ulaşmış oluyoruz. Hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım, sarhoşlukla mutluluk arasında bir yer düşün, Sonra da bırak. Çünkü havadayken düşünmüyorsun. Şahin Hoca tam önümde beliriyor o sırada, video çekmeye geldi. Gülümsüyorum, dilimi çıkarıyorum, o ne yaparsa aynısının tıpkısı. Uçaktan atlamamızdan 45 saniye sonra, 200 km (insan bedeninin hiçbir makine olmadan ulaşabileceği en yüksek hız) ile yere düşüşümüzde bir duraklama yaşanıyor. Yukarı gidiyor gözlerim. Paraşüt. Tüm güzelliğiyle tepemizde. Sonrası beş altı dakika boyunca yere inme, otobanın üzerinden süzülme, paraşütü sağa sola yönlendirme, aşağı yukarı takla seansı. Fütursuzca özgür hissettiğim; Kuşadası'nın, Efes'in, dağların, ufuk çizgisinin önümde uzandığı, mutluluğun dibine vurduğum zaman. Bildiğim, dokunduğum, dünyanın dışında, gökyüzünün, evrenin bir parçasıyım. "İniş için ayaklarını topla," komutunu veriyor Erdinç Hocam o sırada. Yukarı, karnıma doğru çekiyorum. Karayla temasım "Oley kurtuldum," değil, "Hay allah kavuştuk," tadında.
YAŞAMAYA BAŞLADIM!
Hikayenin sonunda, tüm bu anlattıklarıma rağmen, yükseklik korkum var, ya paraşüte bir şey olursa yalanlarıyla kendini kandırmaktaysan eğer, yapma! Bak ben çok ülke dolaştım, çok diyarlar gezdim, ama yaşamaya ne zaman başladın diye sorarsan eğer, o uçağın kapısının açıldığı andan senaryoyu başlatırım. Şimdi, önümde takvim, bir ara 10 gün bulup kendi kendime atlama eğitimi almanın peşindeyim.