Amsterdam'da
bir Türk restoranı... İçerisi tıklım tıklım, boşta masa kalmamış. Servis açan, sipariş alan garsonlar etrafta hızlı adımlarla koşturuyor. Kadehler geliyor, boş tabaklar gidiyor. Akşamın neşesiyle gevşeyen müşterilerin uğultusu, çatal bıçak seslerine karışıyor. Sonra birden bütün sesler tıp diye kesiliyor; çok daha özel, önemli bir başka sese yol veriyorlar. Restoranın orta yerindeki piyanodan birkaç hazırlık notası yükseliyor. Derken o notaları da bastıran duru ve güçlü bir ses, diğer her şeyin üzerini beceriyle örtüyor. Piyanonun başında gencecik bir kız oturuyor. Kanadalı müzisyen Loreena McKennitt'in tanıdık bir şarkısını, Kayahan'ın sözleriyle ve mahcup bir Türkçeyle söylüyor: Caddelerde rüzgar, aklımda aşk var...
22 YAŞINDA AMA HOLLANDA ONU KONUŞUYOR
Amsterdam'ın işlek caddelerinden birindeki Kilim Restoran'a, birkaç sene önce bir akşam yemeği için uğrasaydınız, bu sahneye siz de şahit olurdunuz. Piyanosunun başındaki o genç kıza, Karsu Dönmez'e kulak kabartan müşterilerin yüzünün aydınlandığını, daha iyi dinleyebilmek için yiyip içmeyi bıraktığını da görürdünüz. Karsu'nun Karadeniz türkülerinden caz standartlarına şöyle bir dolaşıp, bir Zeki Müren molasının ardından kendi bestelerine geçmesini, ardından da piyanosundan kalkıp tebrikleri nazikçe kabul etmesini izlerdiniz. O akşam oradaysanız, Kilim'in, Karsu'nun ailesine ait olduğunu muhtemelen biliyor olacaktınız. Bu yüzden şarkılardan sonra restoranın diğer işlerine koşturduğunu, sipariş alıp boşları götürdüğünü görünce de şaşırmayacaktınız. Ama daha da önemli bir şey var. Karsu'yu Kilim'deki ilk günlerinde seyrettiyseniz, bugün Hollanda'yı sallayan, gelecekte de dünya müziğine damga vurması muhtemel çok özel bir yeteneğin doğum anını görmüş olacaktınız. Yetenek doğdu ve büyüdü. Amsterdam'a bugün giderseniz, duvarlarda, billboard'larda Karsu'nun konser afişlerini göreceksiniz. Gazetelerde onu okuyacaksınız, televizyonlarda onu seyredeceksiniz. Radyolar geçtiğimiz sonbaharda yayımlanan çıkış albümü
Confession'ı çalıyor. Dahası, 22 yaşındaki bu genç kadının hayatını anlatan bir belgesel (
Karsu - I Hide A Secret / Karsu - Bir Sırrım Var), ülkenin en önemli film festivali IDFA'da gösterilmesinin ardından şu an vizyonda. Abartı yok, genç müzisyen Hollanda'nın son tutkusu.
CARNEGIE HALL'DA ÜÇ KONSER
Karsu Dönmez bir piyanist. Kendi bestelerini yapıyor, kendi sözlerini (şimdilik İngilizce, ileride Türkçeye de geçecek) yazıyor. Ama her şeyden önce, kelimelere sığmayacak güzellikte bir sesi var. Saçınızı tarar gibi, sırtınıza yastık koyar gibi şarkı söylüyor. Sonra birden vites değiştiriyor; sizi götürüp dertlerin tam ortasına atıyor. Usulca başlayan şarkı bir alev topuna dönüveriyor. Çıktığı televizyon programlarında, seyircilere onu Hollanda'nın Norah Jones'u diye takdim ediyorlar. Yaptığı müziğin tam karşılığı bu değil (kendisi de pek katılmıyor zaten), ama hızlı bir tarif gerektiğinde işe yarar bir benzetme bu. O da Jones gibi caz, blues ve popun arasında gidip gelen şarkılar yazıp söylüyor. Ama söyleyişinde eski caz divalarından Billie Holiday, yenilerden Diana Krall, Melody Gardot esintileri de var. Albümündeki
Gesi Bağları, albümde yer almayan
Divane Aşık Gibi türü geleneksel Türkçe parçaları ise sıfır kilometre bir yorumla, türkülerden başka bir potansiyel çıkararak icra ediyor. Yani Karsu çok özel bir karışım. İşte bu yüzden Hollanda'nın en önemli sahnesi Concertgebouw'a çıktı; North Sea Jazz Festival'de söyledi. Bu yüzden geleceğin müzisyenleri arasında gösteriliyor. Bu yüzden, müziğin mabedi sayılan New York'taki Carnegie Hall'da daha şimdiden üç defa sahne aldı. Dünyanın bunca derdi arasında, Karsu'nun hikayesi nihayet göğüs kabartan, mutlu eden, pozitif bir hikaye.
Sahne korkusunu restoranda attı
Az önce sözü geçen belgesel de bu hikayeyi, Karsu'yu Kilim'deki piyanosunun başından Carnegie Hall'a götüren müzikal seyahati anlatıyor. Hollandalı yönetmen Mercedes Stalenhoef, son beş senesinde Karsu'nun neredeyse her anına eşlik etmiş. Sevinç, öfke, aşk, hayal kırıklıkları, Hollanda, Türkiye, ABD, kısacası her şey, Karsu'nun son beş senesinin her önemli anı filme dahil. Başlangıç noktası ise yine Kilim'deki o küçük piyano. Belgesel, bu yazının da başındaki o restoran sahnesiyle başlıyor. Biz de hikayenin atmosferine uygun bir şekilde Karsu'yla da orada, yolların başlangıcındaki restoranda konuşuyoruz. Piyanoya yedi yaşında başladığını, 14'ünden sonra da Kilim'de çaldığını anlatıyor: "Evimiz hep müzik doluydu. Farklı şeyler dinleyerek büyüdüm. Bob Marley, Zeki Müren, Ruhi Su, Leman Sam... Annem ve babam, saz, darbuka çalsalar da müzisyen değiller. Onların gayreti hep eğitim üzerine oldu. Annem eğitimci zaten. Potansiyeli görünce iyi bir müzik eğitimi almamı sağladılar. Babam araba almak için biriktirdiği parayla ilk piyanomu aldı mesela. Kendimi geliştirince, sahneye ısınmak için Kilim'de başladım." 20'li yaşlarının başına kadar Kilim'de çalmış. Beraber hesaplıyoruz, 500'den fazla mini konser ediyor. Sahne korkusunu atmak açısından muazzam bir birikim. Zaten Karsu'nun bugün onu hâlâ takip eden ilk dinleyicileri de orada oluşmuş. Hatta yönetmen Stalenhoef'la da Kilim'de karşılaşmış. "Ben ilk karşılaşmamızı çok net hatırlamıyorum. Bana da Mercedes'in kendisi anlattı. Önce CD çaldığımızı zannetmiş, sonra şarkıların canlı söylendiğini fark etmiş. Ben ona servis yaparken, çaldıklarımın kendi bestem olduğunu söylemişim. Tek hatırladığım masa 5'te oturduğu." Stalenhoef gayretkeş ve inatçı bir yönetmen. Karşılaştıklarında, Karsu daha 17 yaşında. Ama şarkılarını duyar duymaz film kafasında belirmiş. Önce Karsu'ya, sonra ailesine gidip uzun bir süre boyunca her anlarını filme almak istediğini, Karsu'nun hikayesini daha en başından insanlara yansıtmak istediğini söylemiş. "Ya müzisyen olmazsam, senin filmin ne olacak?" diye sorduğunu hatırlıyor Karsu. Yönetmen, bunun sonucu değiştirmeyeceğini söylemiş: "İster yüzücü ol, ister fırıncı, senin çok güzel bir hikayen olacak ve ben bunu anlatmak istiyorum,' dedi bize. Biz de kabul ettik."
HOLLANDALILARA GÖRE RÜYA GİBİ
Yönetmen Stalenhoef'un öngörüsü isabetli çıktı. Anlattığı hikaye büyüyerek gelişip, bir Hollanda gazetesinin 'rüya gibi' diye tanımladığı ilk albüme ulaştı. Türkçe parçaların dışında,
Confession'daki tüm şarkıların söz ve müziği Karsu'ya ait. Hepsi de, bugün isminin beraber anıldığı Norah Jones, Diana Krall gibi müzisyenlerin eserlerini aratmayacak denli iddialı işler. Albüme adını veren
Confession'u, 17 yaşında yazmış. Sezen Aksu'nun 18'inde yazdığı
Kaybolan Yıllar geliyor aklıma. "Nasıl yazdın?" diye soruyorum. "Ne yaşamıştın ki?" Beklemediğim yerden bir yanıt veriyor: "Artık sosyal medyada herkesin hayatı gözümüzün önünde. Sen yaşamasan da, takip ettiğin o kadar çok hikaye var ki. Yazmak için çok fazla ilham var. Baktığın her yerde bir şey görüyorsun." Bunca yeteneğine, sahne deneyimine karşın Karsu, konuşurken yine de mahcup, mütevazı bir genç kadın. Bir projede beraber çalıştığı Mercan Dede, filmdeki bir sahnede, karşısındaki Karsu'yla sahnedekinin arasındaki farka hayret ediyor. Sahne önünde uysal uysal konuşan kadın, birdenbire değişiyor. Bambaşka bir vücuda, seyirciyi avcunun içine alan bir sese dönüşüyor. Söyleşirken de üzerinde aynı hal var. Konuştukça açılıyor, neşeleniyor. İşinin en sevdiği tarafının gezmek olduğunu (Brezilya'dan Endonezya'ya yayılan konserleri gerçekten de dünyanın her yanını kapsıyor) anlatıyor. Ray Charles'ın dönemine denk gelmek için biraz daha erken doğmuş olmak istediğini söylüyor. Para kazanmayı umduğu ilk konserinden (bir düğünde, 50 avro) ücretini alamadığını, çünkü davet sahiplerinin ortadan toz olduğunu, Kilim'de şarkı söylerken kafasının bir yandan da siparişlerde olduğunu gülerek hatırlıyor. Hikayenin başladığı Kilim'de konuşurken, sohbetimiz sürekli kesiliyor. Caddeye bakan bir masada oturuyoruz. Hollandalılar birer ikişer cama yaklaşıp bize el sallıyor. Sonra içeri girip Karsu'yla konuşmak istiyorlar. Sinemadan çıkmışlar. Doğru restorana gelmişler. Büyülendiklerini söylüyorlar. Karsu gülümsüyor. İmza dağıtıyor. Yanımızdaki babası gözleri dolu dolu onu izliyor.