Kurban
Bayramı geride kaldı ama mega köy İstanbul'dan kurban manzaraları belleğimden silinmedi. Sanırım bunda, sözde her şeyin düzen içinde olup biteceğine ilişkin önceden yapılan vaatlerin gerçekleşmediği, Anadolu yakasındaki bir kesim merkezinde, hiçbir sansür kurulunun yayınlanmasına izin vermeyeceği kadar dehşetengiz görüntülerin ortasında, kesilip teslim edileceği söylenen kurbanımı üç saate yakın bekleyişimin önemli payı var. Kurbanlıkların 10 metre ötede üçer beşer boğazlanan hemcinslerinin kan kokusundan tedirgin, titreyerek sıralarını bekleyişlerini, hayvanların postları, iç organları, baş ve ayaklarından oluşan kanlı yığınların kesimhane duvarları dibinde giderek yükselmesini izlerken yaşadığım dehşeti hâlâ üzerimden atabilmiş değilim. Ancak kesim sırasında yaşadıklarımdan çok, hayır işleme maskesi altında öğlen sofrasına kurban kavurması yetiştirmek uğruna başkalarının haklarını çalmaya çalışanların kurbanlıklarını öne geçirmek için çevirdikleri dalaverelere duyduğum tiksinti ağır basıyor. Televizyon haberlerinde gördüğümüz, yasaklanmasına rağmen kimsenin aldırmayıp hâlâ yol kenarlarında, açık arazide kurban kesmelerini izleyen küçük çocukların yüz ifadeleri de unutulur gibi değil. Biz yetişkinler kısa sürede gördüklerimizi unuturuz, hatta çoğumuz unuttuk bile. Ama o çocukların üzerinde büyük etki bıraktığından eminim. Yetişkinlerin bu aymazlığını anlayamıyorum. Benim gittiğim sözüm ona modern kesim merkezinde de ortalıkta çocuklar dolaşıyordu ve kimse onlara "Çıkın dışarıda bekleyin," demiyordu; bütün dikkatler kendi koçunu sıra dışı araya sokma çabalarına yoğunlaşmıştı. Şimdi bazı dini bütün yurttaşlarımız , "Hz. Muhammed döneminden beri kurban kesiliyor. O dönemde mezbahalar, kesim merkezleri mi vardı? Herkes kendi kurbanını keserdi," diyeceklerdir. Burası doğru. İşte bütün mesele de burada yatıyor. İsterseniz bu soruya yanıtı biraz erteleyip hayvan kesme konusuna eğilelim: Bizler İstanbul sokaklarında, bahçelerde ilkel kesim görüntülerinin önüne geçemiyoruz ama iftiharla andığımız Osmanlı döneminde hayvan satış ve kesimine bugünkünden daha fazla önem verilmişti. 1453'de İstanbul'un fethedilmesinden sonra İstanbul'da et gereksinimini karşılamak üzere ilk kez modern anlamda bir mezbaha kuruldu ve durum Fatih Sultan Mehmet tarafından bir fermanla duyuruldu. O zamana kadar İstanbul'un çeşitli semtlerinde sağlıklı olmayan koşullarda yapılan hayvan kesimlerinin yasaklandığı belirtilen bu fermanda, Yedikule'de yapılan bu mezbahanın şehirden uzakta, surlarının dışında bir yerde kurulmasının halk sağlığı açısından önem taşıdığına değiniliyordu. Fermanda yer alan diğer hususlar da sanki günümüzde geçerli hijyen kurallarına göre düzenlenmişti.
İLYADA'DA KURBAN
Koyun ve sığır kesim salonlarını kapsayan kesim yerleri ve kasap dükkanları önceleri bizzat Fatih tarafından denetlenmekteydi. Daha sonraları bu denetimler sadrazamlar tarafından yürütüldü. Görüldüğü gibi, İstanbul'da hayvan kesimi eskiden çok daha disiplin altındaydı. Önümde 1576 yılına ait bir ferman var. İstanbul Kadısı'na gönderdiği bu fermanda, padişah, mezbahaya getirilen hayvanlar dışında, kişilere veya vakıflara canlı hayvan satıldığını öğrendiğini yazıyor ve kadıdan, bunları yapanların yakalanıp haklarından gelinmesini buyuruyor. Yaşamak için yemek zorundayız; yediklerimiz sebze bile olsa, önce onları öldürmemiz gerekir. Et yiyorsak, özellikle de bu et tanıdığımız evcil hayvanlara aitse, onların öldürülmesini görmek bizi etkiler. Bugün gözlerden uzak bir yerde gerçekleşmesi istenen kurban kesim işlemi, çok eskiden hemen tüm toplumlarda mutlaka hayvanı kestiren kişi ya da kişilerin gözü önünde yapılırdı. Kurban kesimini izlemek kurbanın kutsanması ritüelinin bir parçasıydı. Bugün de birçok toplumda hiç yadırganmadan devam eden bir ritüel bu. Bir hayvanın kurban edilmesi, yaşamdan ölüm yoluyla yeniden yaşama dönüşü simgeler. Kurban edilen hayvan başkalarıyla ve doğaüstü güçlerle ve nihayet Tanrı ile paylaşılarak yenir. Bazı toplumlar kurban edilen hayvanı yemeyip imha eder, böylece tümünü tanrılara sunduklarına inanırlar. Bizde de olduğu gibi, kurban olarak seçilen hayvanlar erkektir. Hayvancılıkla uğraşan toplumlarda dişilerin kurban olarak seçilmemesinin en önemli gerekçesi onların süt ve yavru vermeleri ve soyu sürdürmeleridir. En eski kurban tasvirlerinden birini, bundan 3 bin yıl kadar önce yaşadığı tahmin edilen Egeli Homeros'un
İlyada destanında buluyoruz. Tanrı Apollon'u yatıştırmak üzere Akhaların kurban töreni, Azra Erhat'ın çevirisi ve A.Kadir'in enfes Türkçesiyle şöyle anlatılıyor: "Hepsi yakardılar, arpa tanelerini serptiler yere, başlarını arkaya kaldırıp kurbanları kestiler, derilerini yüzdüler, butlarını ayırdılar, yağlı gömlekle sardılar iki kat, sonra etler kodular üstüne çiğ çiğ. Odunların üstünde kızarttı ihtiyar onları. Şarap döktü üzerlerine, ateş gibi, pırıl pırıl. Beş dişli çatal tutuyordu yanında delikanlılar. Butlar kızartıldı, ciğerler, yürekler yenildi, kalan etler parçalandı, şişlere geçirildi, kızartıldı iyiden iyi, çekildi hepsi ateşten. İşler bitti, şölen hazır oldu, yenildi içildi. Şölende eş pay aldı her insan, yakınmadı bir tek kişi. Yenilip içilince doyasıya, delikanlılar şarapla doldurdular sağrakları, taslarla dağıttılar, tanrılara sunmak için, korolarla yatıştırdılar tanrıyı gün boyunca. Koruyucu tanrıya şükürler edip güzel bir övgü söyledi Akha delikanlıları. O da duydu bunu, ferahladı, hoşnudoldu..." Çağlar birbirini izleyip günümüze ulaştığımızda Batılı laik toplumlar kendileri dünyanın en etobur uluslarına mensup oldukları halde, dinsel inancın bir parçası olduğunu bile bile, kurban kesmeyi dehşetle karşılıyor. Oysa sadece Müslüman ülkelerde değil, Batı'da da kırsal topluluklarda hayvanların kesimi, gündelik yaşamın son derece doğal bir işlemiydi. Bugün de bizde kırsal ortamlarda durum farklı değil. Ailenin erkekleri genellikle hayvan kesip yüzmeyi, parçalamayı bilirler. Ortalıkta çocuklar da dolaşsa, bu görüntüler onları yadırgatmaz, önemli bir travma yaratmaz. Ancak çocuklarla kesilen hayvan arasında bir sevgi bağı oluştuğu takdirde kent ile kırsal kesim farkı ortadan kalkıyor. Kuzuyken alınıp bir yıl kadar sevgiyle beslenen, evin küçük çocuklarına oyun arkadaşı olan bir koçun Kurban Bayramı'nda boğazlanıp etinin sofraya getirilmesini gören köylü çocuğun mantığı da bunu kabul etmiyor ve o travmayı hayatı boyunca unutamıyor. Biz kentlilerin bugün sokaklarda yapılan kurban kesimine duyduğumuz tepkinin bir nedeni de değişen mutfak kültürümüz. Örneğin bugün kırk yılın bir günü, ancak özel bir ortamda kuzu çevrilir. Oysa bundan birkaç yüz yıl önce gerek bizde, gerekse Batı dünyasında ziyafet sofralarını yalnızca nar gibi kızarmış bütün kuzular değil, daha birçok irili ufaklı evcil ya da av hayvanı süslüyordu. Hatta bütün halinde birbirinin içine yerleştirilip pişirilmiş çok sayıda hayvanın ziyafet sofralarında yer aldığını da biliyoruz.
YENİ BİR FATİH Mİ GEREKİYOR?
Bugün öyle mi ya? Artık marketlerde etler kemiklerinden ayrılmış, porsiyonlar halinde parçalanıp ambalajlanmış halde satılıyor. Bir et yemeği yerken onun bir zamanlar kanlı canlı bir hayvana ait olduğunu gözünün önüne getirebilmek için, ya bizzat kesip parçalamak ya da kesilişini, parçalanışını, en azından bütün olarak pişirilişini görmüş olmak gerekir. Oysa biz kentliler bu işi çoktan profesyonellere bıraktık. Eti onlar kesiyor, parçalıyor, hatta pişiriyor. Bizlerse önümüze gelen mis gibi kokan, görüntüsü iştah açan yemeğin sadece tadıyla ilgileniyoruz, o kadar. Dolayısıyla iletişim olanaklarının böylesine geliştiği çağımızda yılda bir kez, Kurban Bayramı'nda kurban kesme sırasında yaşanan katliamlar, ilkellikler artık küçük bir çevrede kalmıyor, görüntüler bütün dünyaya yayılıyor. Ne yalan söyleyeyim, kurbanın dinsel bir gereklilik olduğunu bilmem, kesim merkezinde tanık olduğum ve ekranlardan izlediğim görüntüleri unutturamıyor. Bugün ne Homer ne de Hazreti Muhammed çağında yaşıyoruz. Yoksa İslam dininin bu gereğini İstanbul'da günümüze yakışır biçimde yerine getirmek için yeni bir Fatih Sultan Mehmet'in gelmesini mi beklemeliyiz?