Her
sabah Bebek yokuşunun başındaki evden çıkıp, yolun karşısına geçiyor ve önüme gelen ilk taksiye biniyorum. Hiç değişmeyen, her gün aynen tekrarlanan bir tiyatro başlıyor. Önce sonuna kadar geriye itilmiş ve sonuna kadar geriye yatırılmış ön koltuğu öne çekmesini istiyorum sürücüden. Her gün bu taksilerin ön koltuklarına oturan bu dev gibi insanlar kimlerdir, diye kendi kendime sorarım. Ardından "Günaydın," derim. Binde bir yanıt alırım. Sonra
"Bebek'e ineceğiz," diye gideceğim yeri belirtirim. Ardından gene iki 'uyarı' gelir. Birincisi, Etiler'de,
Profesörler Sitesi'nin hemen yanından giren bir sokak vardır, eğer taksi o yolu tutarsa hiç
Nispetiye Caddesi'nin hengâmesine karışmadan Bebek yokuşunu bulup, sahile varır. Onu işaret ederim. O yolu bilmediğini gördüğüm için ikinci soru/uyarı gelir:
"Yolu biliyor musunuz?" Allahım her gün aynı iki cevabı almak zorunda mıyım: Önce
"Yok abi,", ardından,
"Ben karşının taksisiyim de." Bu 'de' eki, büyük sırlar gizlemektedir ve olmazsa olmaz. Onun ardından bendeniz üçüncü uyarıyı yaparım,
"Radyoyu kapatabilir misiniz?" Bazısı hemen, bazısı içinden mırın kırın ederek kapatır. Eh, Etiler'den, Bebek üstünden binilen taksinin maceraları burada kalacak değil ya. Serüven devam eder. Baştan yolu tarif ederim, ama ben hocayım ya, sınav noktasını asla atlamam. Bir sol döneriz karşımızda
çıkmaz sokak levhası vardır, istisnasız hemen her taksi oraya hamle eder. O muhteşem ana kadar bekler ve "Sağdan, sağdan, sağdan," dedikten sonra soruyu yapıştırırım "Ne levhası o?", cevap suskunluktur. Bileni henüz görmedim. Görmedim! Peki, devam ediyoruz, girdiğimiz sokağın tam karşısında tekrar sağa '
mecburi istikamet' levhası vardır ve ne iştir ya Rabbim, arkadaşımız, diğer yüzlerce kardeşini mahcup etmeyecek biçimde,aynı kabilenin üyesi olduğunu azimle, şanla şerefle ispatlayacak bir şekilde o levhayı hiçe sayıp, oraya hücum eder. Ben klasik uyarıyı iç bunaltısıyla yaparım
"Yahu mecburi istikamet, üstünde de girilmez sokak işareti var, nereye gidiyorsun?" Burada ya derin bir sessizlik olur ya da malum, meşhur, mütecaviz 'yalanlardan' demeyeyim, bahanelerden birisi öne sürülür,
"Görmedim," gibi. Daha beteri şudur
"Abi sabah henüz erken, oradan daha kısa olur dedim." Evet, derler.
YOLCULUK MU, KÂBUS MU?
Nedir bu, istisnasız her sabah karşılaşılan bu 'mütekerrir' taksi kâbusu? Hani,
Taksi Şoförü filmindeki
Robert de Niro ile işimiz yok, ama bu da az buz felaket değil. Sadece bu kadarla mı sınırlı taksi 'olayı'?
Ben İstanbul'da en çok taksi kullananlardan biriyim, başıma gelmedik iş kalmamıştır ve onların tümü de birbirine benzer. Binersiniz, yazdır, bütün pencereler açıktır, rüzgâr suratınızı tokatlar, "Klima yok mu?" diye sorarsınız, cevap bellidir: "Bozuldu abi." Kıştır, günlerdir arabanın camı açılmamıştır, adamcağız belki haftalardır su yüzü görmemiştir, arabanın içi kokudan girilmeyecek haldedir, dışarıda dehşetli bir yağmur vardır, bulduğunuz ilk taksidir, mecbur kalır sineye çekersiniz. Sigara yasağı bilinir, ama sizden önce fosur fosur içilmiş, sadece duman dışarı atılmıştır, gene koku üstünüze başınıza sinecektir. Arabalar temizlik nedir, bilmez. Oturduğunuz koltuğa ilişmek basbayağı cesaret işidir. Şoför kendi koltuğunu geriye itebildiğince itmiştir. İki kişiyseniz büzüşür kalırsınız. Arabaların çoğu dökülmektedir. Duramayan, kalkamayan, sarsılan, freni tutmayan kaç arabaya bindiğinizi hiç saydınız mı? Hele yol bilmek veya bilmemek. Kaç kez "Bebek'ten Taksim'e," dediğimde aynı cevabı almışımdır, "Karşının arabasıyım da tarif ederseniz..." Kimdir bu taksiciler? Nedir bu taksiler? Bugün 15 milyonluk bir şehirde yaşıyoruz. Sıkça gittiğim Ankara da büyük bir şehirdir. İzmir de öyledir. Oralarda da aynı şeylerle karşılaşıyoruz, üç aşağı beş yukarı, taksi deyince. O zaman bu işin üstünde biraz düşünmek gerekmez mi? Önce çuvaldız-iğne mantığıyla hareket edeyim.
18 SAAT ÇALIŞAN ŞOFÖR VAR
Sürekli konuşurum bu taksicilerle ve çarpıcı gerçekler var hayatları hakkında. Bu insanların çoğu akıl almayacak kadar genç. Çoğu, Güneydoğu göçeri. Çoğu, ilkokul mezunu veya değil. Günde en az 18 saat çalışıyorlar. Defalarca 24 saati aşkın süre arabanın içinden çıkmamış olanlarla karşılaştım. Hiçbir sosyal güvenceleri yok. Arabalar kendilerinin değil. Neredeyse tamamı orada ücretli çalışıyor. Benzini, araba sahibine ödediği kirayı, yediği yemeğin parasını çıktıktan sonra evine ekmek parası olarak götürdüğü miktar yok mesabesinde. Buna karşılık 'plaka baronları' var. Bir plaka en iyi semtte bir apartman dairesi fiyatına. Hiçbir eğitimden geçmemişler. Ne araba kullanmak ne yol öğrenmek ne de taksi kültürü edinmek gibi bir sorunları var. Ehliyetlerini nereden edindikleri belli değil. Tüm bu sorunların aşılması şart. Ama bu eksikler, taksi müşterisinin çıkmazını aşmaya yetmiyor. Bindiğimiz arabanın kim olduğundan haberimiz yok.
Dünyanın her yerinde taksi bir yere kayıtlıdır ve kayıt belgesi, müşterinin göreceği bir yerde asılıdır. Korsan mıdır, kimdir o taksi, anlarsınız. Hele Amerika'da havaalanlarında taksi kiralayınca, elinize haklarınızı gösteren bir yazı verilir, yanında da bindiğiniz arabanın kaydı eklidir. Şunu söyleyeyim ki, İstanbul, kentsel şiddetin sıfır olduğu, dünyanın en güvenli kenti. Kim olduğunu bilmediğimiz o taksilerin soyduğu, öldürdüğü, gasp ettiği müşteri yok. Tersine, o zavallı şoförleri öldürüyorlar. Onu da belirteyim: Londra'ya gitmenin en büyük zevklerinden birisi taksilere binmektir. Yayla gibi o muhteşem arabalar ve cehennemin finnarını söyleseniz, çıt çıkarmadan sizi eliyle koymuş gibi verdiğiniz adrese götüren sürücüler... AB uyum yasaları bize müşteri haklarını öğretti. Mal alırsınız, bozuksa, beğenmediyseniz, hangi şartlarda değiştireceğiniz bellidir. Satıcıları şikâyet edeceğiniz merciler bellidir. Taksiler kadar müşteriyi sahipsiz bırakan ikinci bir alan yok. Temiz araba-pis araba, yeni araba-eski araba, bilen şoför-bilmeyen şoför karşısında tercih hakkınız yok. Hepsine aynı parayı veriyorsunuz. Birinden yakınmaya kalksanız yakınacağınız makam bulamazsınız. Delicesine araba kullanırlar, eliniz kolunuz bağlıdır. Uzun sözün kısası bu iş böyle olmaz. Her sabah
Taksi Şoförü filminin kahramanı
Travis Bickle ile karşılaşmak zorunda mıyım?