Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'un merakla beklenen kitabı 'Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat' raflarda yerini aldı. İletişim Yayınları'ndan çıkan kitabın 25 binlik ilk baskısı eser piyasaya çıkmadan önce siparişlerle tükenmişti. Pamuk'un derleme niteliğindeki yeni kitabında, farklı dönemlerde kaleme aldığı yazılar, kendisiyle yapılmış söyleşiler ve çizimlerle desteklenmiş denemeler yer alıyor. Konu açısından okuyucuya geniş bir yelpaze sunan eser; ‘Hayat’, ‘İstanbul’, ‘Kitaplar ve Edebiyat’, ‘Benim Kitaplarım’, ‘Sanat’, ‘Siyaset ve Diğer Vatandaşlık Dertleri’ adlı bölümlerden oluşuyor. Büyük bir manzaranın parçaları olarak aktarılan bu bölümlerde Pamuk; kâh çocukluk anılarından, kâh dünya yazarlarından ve kendi edebiyat anlayışından bahsediyor. Orhan Pamuk'un, çocukluğunun Boğaz gemileri hakkındaki gözlemlerini anlattığı bölümden alıntıladığımız parçalar, kitabı merak edenlere bir fikir verecektir. 'Bundan kırk yıl önce, Adalar’dan Karaköy’e yaklaşan bir gemideysek eğer, ağabeyimle ben, bizim mahallenin yüksek apartman binalarını kim ilk görecek, bizim evin pencereleri ilk ne zaman belirecek diye heyecanlanırdık. Tanıdığımız sokakları, “yüksek yapıları”, büyük reklam panolarını, onları daha iyi görmek için çıktığımız vapurun üst katından, kaptan köşkünün yakınındaki bir yerden ilk gördüğümüzde, bir hayal kırıklığına kapılırdık. Bütün hayatımızı geçirdiğimiz sokaklar, göre göre biçimleri hafızamıza hiç silinmemecesine işlemiş büyük binalar, aklımızın bir köşesiyle sabahtan akşama kadar yeniden okuduğumuz reklam panoları, denizin içindeki bu hareketli bakış açısından hem daha önemsiz, hem de daha sıradan görünürdü.' 'Amcamlar ve babam birbirlerine çok benzeyen bu kırk küsur geminin her birini, çok uzaktan siluetlerini bile görüyor olsalar, adları ve numaralarıyla tanırlardı. Bazısının bacasının külahı ötekilerden biraz daha uzun ya da biraz daha eğik, kimisinin kaptan köşkü biraz yüksek, kimisi biraz daha kısa ve tıkız, kimisinin burnu biraz yüksek ya da kıçı biraz daha geniş olurdu. Çok uzaklardan yaklaşmakta olan bir Boğaz gemisini, babam siluetinden bir anda tanıyıp adını ve numarasını söyleyince, ona hayranlıkla bu işin sırrını bir kere daha sorar ve gemiler arasındaki bütün o küçük farklılıkları öğrenebilmenin ne kadar zor olduğunu anlardık.' 'İleride ressam olmayı dilediğim çocukluk ve gençlik yıllarımda, suluboya ile yaptığım Boğaz manzaralarını bitirdikten sonra, resme Şehir Hatları gemisinin bacasından bütün gökyüzüne dağılan dumanlar eklemek beni mutlu ederdi. Çevre kirliliğine ilişkin onca kötülüğe rağmen, bir rıhtımda, bir şehrin sahilinde bir gemi ile bacasından çıkan dumanların resmi bana hâlâ zevk verir.' 'Babamla amcamdan örnek alarak, ağabeyimle ben de Boğaz gemilerinden birer tanesini kendi gemimiz olarak mimledik. Çocukluğumuzda nerede görürsek sevindiğimiz, birbirimize gördüğümüzü söylediğimiz bu gemiler aşağı yukarı bizim yaşımızdaydı ve 1950’lerin başından beri Boğaz’da ve Adalar arasında hâlâ da gidip geliyorlar. Liverpool’dan getirilip Paşabahçe adı verilen ve bacasının yassılığı ile diğer iki kardeşinden ayrılan “benim gemim”, amcamın kaptana rica etmesi üzerine, 1958 yılında bir yaz akşamı Heybeliada’daki evimizin önünden geçerken, sırf benim için düdüğünü iki kere öttürmüştü. (...) Olaydan otuz üç yıl sonra, Boğaz’a bakan yazıhanemden Paşabahçe gemisini her gün hâlâ bir-iki kere görüyorum ve bu, günün sıradışı mutluluklarından biri.' 'Paşabahçe elli yıldır Boğaz’ın iki yakası ile Adalar arasında gidip gelmesine rağmen, eski Boğaz gemilerinin insana verdiği süreklilik ve zerafet duygusu yavaş yavaş çekip gidiyor. Boğaz iskelelerinin pek çoğu kapandı, bazıları lokantaya çevrildi, bazıları acımasızca sökülüp atıldı. Amcamların ve babamların baca numaralarını ve siluetlerini tanıdığı 1940’lardan kalma Boğaz gemilerinin, turistik lokantaya çevrilen bir-ikisi hariç hepsi huradaya ayrıldı, söküldü, yok oldu. Ama Boğaz’da bazı eski gemiler hâlâ çalışıyor, hâlâ geminin yan tarafında oturup bütün İstanbul’u ev ev seyreden yolcular, güverteye çıkıp Boğaz’ın sert havasını koklayanlar, sabahları işe giderken gemide çay içip gazete okuyan yüz binlerce insan var.' 'Kışları Boğaz gemilerinde martılara ekmek atan birisi her zaman olur. Kaybolup gitmekte olan şey, gemilerin tek tek insanlarla kurduğu ilişki; kendimizi gemilerle özdeşleştirme yeteneğimiz, gemileri adları ve numaralarıyla tanıyıp onlara sıradan bir gemi gibi değil, bir şahsiyet gibi davranabilme yeteneğimiz. Eskiden üç katlı Şehir Hatları gemileri yalıların önünden geçerken, üçüncü katta175 ki kaptan ile, üçüncü katta sofra kuran hülyalı ev kadını bir an göz göze gelirlerdi. Şimdiyse Norveç’ten getirilmiş ve içleri sessiz ve havasız birer sinema salonuna benzeyen hızlı katamaranların içinde yolcular, pencereden dışarıya değil, içerideki televizyona bakıyorlar.' 'Boğaz gemilerini en çok geceleri bir iskeleye bağlanıp dinlendikleri zaman severim. İskele kenarında bir meyhanedeysek eğer, geminin büyük ve yüksek burnu, meraklı ve otoriter bir baba gibi soframızdaki sohbete uzanır; arada bir gözümüzün kenarıyla onu görüp aklımızdan geçiririz. O sırada kaptan, kamarasında sigara içmekte, tayfalar hortumlarla güverteyi yıkamaktadır. Saat çok geç, hava çok sıcaksa, bütün gün binlerce kişinin koşturduğu iskelenin kenarındaki banklardan birinde bir tayfa pijamasıyla uyumakta, bir başkası karşı bankta Boğaz’ın karanlığına bakıp sigara içmektedir. Gecenin o saatinde, sessizlikte iskeleye halatlarla bağlı duran gemi, dinlenen sağlıklı ve güzel bir insana benzer.'