Sürüden olmak, herkes gibi olmak, kabul görmenin en kolay yoludur. Dolayısıyla çoğunluk için hayat o kalabalıkların arasında geçer. Öteki yolu tercih edenler ise genelde yalnızdır. Yolları zordur ama her zaman kendi hikayelerini yazarlar.
Başarı onları yaratmaz, başarıyı yaratan onlardır. Moda dünyasına damgasını vuran efsane tasarımcı Coco Chanel'in beyazperdeye yansıyan hayat hikayesini izlerken, ayrık otlarının yaşamının hiç de kolay olmadığını ama özgün ve birey olmanın da bu yollardan geçtiğini görüyorsunuz. Gelelim işin moda boyutuna...
"Moda gelip geçicidir, stil ise kalıcıdır" sözünün Coco Chanel'e ait olduğu söylenir. Hepimizin dolabında hevesle alınmış ama çok da kullanılmamış, hatta baktığımızda "Bunu nasıl giymişim?" dediğimiz parçalar yok mu? Alıyoruz, çünkü o parçalara sahip olduğumuzda kendimizi bir topluluğa ait hissediyoruz.
"Ben de sizdenim, bu kulübün üyesiyim" diyoruz. Aynılıklar her yerde aynı. İstanbul'un en kalburüstü yaşamlarının sergilendiği İstinye Park'ta da aynı, Kadıköy'ün çarşısında da... Baştan aşağı markalara boğulan kadınlar ve ikoncanlar ile taytlarını giyip, UGG'ları ayağına geçiren ve boyunlarına da illaki bir şal saran gençliğin hiçbir farkı yok. (Kadıköy'de dershanelerin dağıldığı saatte böyle üniformalı bir ordu gibi yürüyordu hepsi birden.) Yeniden filme dönersek; sıra dışı bir kadın hikayesi izlemek istiyorsanız görün derim.
Bu hayatın gösterdiği 'sadelikteki asalet de' filmin bonusu olsun size. Son bir not; Oscar Wilde, "Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler" demiş...