ALTIN Portakal'ın jürisine hem acıyor, hem de onları çok takdir ediyorum. Zira öyle filmler yarışıyor ki, insanın sinemadan çıktıktan sonra travmayı atlatabilmek için rastladığı ilk psikiyatrın koltuğuna yatası geliyor.
Ne yazık ki, bizde sanat filmi çekmenin 'iliştirilmiş' kuralları var. Bir kere ışık az olacak ki; kasvet, izleyenin tüm ruhuna yayılsın.
Planların başına ve sonuna yerleştirilen hareketsiz sahneler, öyle donuk ve öyle uzun olacak ki; insanlar hâlâ yaşadıklarına şükretsinler.
Diyaloglar öyle sıkıcı ve öyle gereksiz olacak ki; izleyici 'Vay be, anlamadığıma göre muazzam bir derinlik var bu konuşmalarda' diye düşünecek. Kamera öyle sallantılı çalışacak ki; film tutmasa bile görüntü izleyiciyi tutacak!
Altın Portakal'ın basın toplantısında projemi açıkladım. Vallahi Türkan Sultan'ın yeni filminden sonra festivalin en fazla ilgi gören projesi oldu. İstanbul'a dönüşte cep telefonumla Beyoğlu'nun en izbe sokaklarında; konu komşuyu oynatacağım karanlık, kasvetli, çekilmez bir film çekeceğim.
Sonra da onu yarışmaya gönderip ön jüriye zorla izlettireceğim. Maksat, bugüne kadar film diye önüme konulanları izlerken çektiğim işkencenin intikamını almak!
MAHKEMEYE GİDECEĞİM(!)
Altın Portakal'da yine ilk yönetmenlerin pek çok 'deneysel' filmine 'maruz' kaldım. Deney yapmalarına bir itirazım yok; şikayetim, her seferinde kobay olarak kullanılmaya!
İşin garibi, yarışan neredeyse tüm filmlerin Kültür Bakanlığı tarafından maddi olarak desteklenmesi. Belli ki hayatında ilk kez 300 bin lirayı bir arada gören yapımcı/ yönetmen, Arap'ın bol bulduğu zeytinyağını neresine süreceğini bilememesi gibi parayı mundar etmiş. Oysa film yapmak sadece bir heves işi değildir. Yapımcılık da işte burada başlar. Eğer 'idari' yeteneğin yoksa, film işine hiç bulaşmayacaksın. Sonra olan, festival seyircisine oluyor... Vallahi içimden Kültür Bakanlığı eliyle gördüğüm işkence nedeniyle İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurasım geliyor...
Bugüne kadar, festivalin ulusal film yarışması kategorisinde mücadele eden 10 filmden beşini izledim. İçlerinde sinema diliyle, mesajıyla, oyunculuklarıyla takdiri hak edenler var tabii... Örneğin; Meryem'i, Sev Beni'yi ve Cenetten Kovulmak'ı sevdim.
Atalay Taşdiken'in Meryem filmi, 'hiç' olarak köyünden gelip 'hiç' olarak büyük şehrin meçhulüne uzanan bir kadının naif öyküsünü anlatıyor.
Kasvetli bir öykünün; rengarenk, etkileyici görüntüler eşliğinde de anlatılabileceğini gösteren ve özellikle Beyşehir'in mükemmel dokusunu gözler önüne seren kalburüstü bir yapım.
Zeynep Çamcı'nın oyunculuğu da gerçekten izlenmeye değer.
MADALYONUN İKİ YÜZÜ
Mehmet Bahadır Er'in çektiği Sev Beni, insanların aşk açlığını iki taraflı bir örgü ile anlatmış. Ukrayna'ya seks turizmi için gidenlerin de 'yürek' taşıdıklarına, oradaki 'profesyonel' kadınların da romantizm rüzgarına kapılabileceğine bizleri fazlasıyla inandırıyor.
Ferit Karahan'ın Cennetten Kovulmak filmi de tıpkı Sev Beni gibi madalyonun her iki yüzünden de bizleri haberdar etmeye çalışıyor.
Kürt sorununu sadece bir cepheden değil, 'insan paydasından' yakalayan objektif yaklaşımı ile bir yandan halı altına süpürülen ülke gerçeklerini gün yüzüne çıkarırken, diğer yandan acının hep günahsızların yüreğini yaktığını, öyle usul usul değil, tokat gibi yüzümüze çarparak anlatıyor.
Dikkat ederseniz, her üç filmin ortak noktası; bilmediğimiz hayatlardan, yaşamadığımız coğrafyalardan, henüz keşfetmediğimiz duygulardan 'haber' uçurması...
Bize okulda sinemanın bir 'kitle iletişim aracı' olduğu anlatılmıştı. İşte benim sinema kriterim de bu iki kelimede saklı: 'Kitle' ve 'iletişim...' Sinema 'kitle' ile paylaşılacak ve mutlaka 'iletişime' hizmet edecek. Gerisi, kapalı devre mastürbasyon aktivitesi...