Dünyanın tüm Amerikalarından dünyanın tüm Meksikalarına kaçtıkları "Meksika Sınırı"yla tanımıştım ben Selahattin Yusuf'u, bir şiirinde kaleminden dökülen; "Yürümesi eğri yaratılmış yengeçler gibi kalakaldık/Her dakika yaralar, sonuncusu öldürür" dizeleriyle...
Selahattin Yusuf'un bu satırlarını neden hatırladık? Çünkü bu dizelerin şairi, şimdi bu dizelere çok benzeyen romanıyla Turkuvaz Kitap'ta. 'İsa Hanginiz?' romanı, daha çıkar çıkmaz okuyucudan büyük ilgi görüyor.
'İsa Hanginiz?' hayatları çıkmaza girmiş kahramanların buluşma ve hayata birlikte, yeniden devam etmelerinin hikâyesi... Ayaklarıyla birlikte akılları da sürçmüş insanların, birbirlerine sahip çıkmalarının serüveni. Şair Selahattin Yusuf'tan şiir gibi bir kitap, yani!
Biz de Selahattin Yusuf'la bu ilginç serüveni konuştuk...
'Deliliklerimizi kliniklerde iyi edebilir miyiz?', 'Evsizlikle 'mutsuzluk' aynı şey mi?' Gelmeyen, hatta olmayan bir kadını ne kadar bekleyebiliriz?' 'Ruhumuzu hangi gıdalarla hayatta tutabiliriz?' , Orman mı yoksa şehir mi daha sahici?' sorularına cevap aradık!
Bu röportajı bu hayata 'akıl' erdiremeyen belki de Selahattin Yusuf gibi artık 'akıldan sıkılan' herkes okumalı...
Çünkü bu aslında ne sadece İsa'nın ne de Selahattin Yusuf'un hikâyesi.
Kim bilir, İsa belki de biraz Selahattin, biraz Yusuf, belki biraz da bizlerizdir.
Kitabın başlığındaki soru, sonunda daha anlam kazanacak aslında: 'Sahi İsa Hangimiziz?'
Şimdi bu telaşeli dünyada; bir yanımızda tüm yıpratıcılığı ve yontuculuğuyla hayat; öte tarafta ise tüm samimiyeti ve kendindenliğiyle orman duruyor.
Biz ise, hem romanın karşısında; hem de yazarının onu anlatırken verdiği cevaplar karşısında; 'Yürümesi eğri yaratılmış yengeçler gibi kalakaldık!'
Röportaj: Ümit Buget
Selahattin Yusuf'u Kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Selahattin Yusuf'a bu romanı yazdıran hâkim 'duygu' neydi, merak ediyorum?
Delilik merakı. Meczuplara olan bitmez tükenmez ilgim. Onların dünyasına girmek istemem. Hiç değilse bilinçli olarak onları taklit etmek istemem. Akıldan sıkılmış olmam. Akıl uğraşıyor, didiniyor ve büyük çabalar sonucunda ilginç olabiliyor; ama bütün meczupların hayatları, ayrı ayrı ve sürekli olarak ilginç. Onların bir ayaklarının bu dünyada; bir ayaklarının da sınırlarını ve niteliklerini hiç bir zaman kestiremeyeceğimiz bambaşka bir evrende olması, beni hayatım boyunca hep çok ilgilendirmiştir.
Kitabın ismi bana ilk gördüğümde Hz. İsa'yı hatırlattı ama kitabı okuyunca böyle bir durum olmadığını görüyoruz. Kitabın ismi ve ana karakterin ismi nasıl ortaya çıktı biraz bahsedebilir misiniz?
Haklısınız. Kitabın isminde çok uzaktan bir "İsa" vurgusu var. Hatta Hz. İsa'nın hayatını uzaktan çağrıştıran şeyler de var. Ama çıkış noktası tamamen onunla ilgili. Bilirsiniz. Nasıra yakınlarındayız. Romalı bir komutan, bir gece arkadaşlarıyla birlikte bir çalılıkta kıstırmıştır Hz. İsa'yı ve o tarihi soruyu sormuştur: "İsa Hanginiz?" diye. Tam böyle mi olmuş, bilemiyoruz tabii. Ama olay muharref incillerde aşağı-yukarı böyle anlatılır. Yehuda'nın öpücüğünden hemen önceki sorudur bu yani. Ben hikayenin sadece bu kısmını aldım, gerisini değil. Bu sorunun, hepimize sorulmuş bir soru olduğunu hayal ettim. Hepimize sorulmuş, hatta sorulmakta, hatta neredeyse her an sorulmakta olduğunu düşünüyorum. Elinde güç olanın, hakikatin güzelliğine meftun olmuşlara el'an eza ve cefa çektirdiğini düşündüm. Kaba iktidar eylemini söyleyerek değil; kendiliğinden, varoluşuyla eleştirmiş olsun istedim bu kitap. Söylediklerini elinden geldiği kadar gizleyerek söylesin istedim. Ben her türden kendiliğindenliğe meftunum. Ama becerebildim mi bir parça, bilemiyorum.
"BU ROMANI YAZMAYI ON YIL BOYUNCA DÜŞÜNDÜM"
İsa, Selahattin Yusuf'un dinlediği müzikleri dinliyor onun sevdiği yönetmenleri seviyor. Hem İsa'nın nasıl biri olduğunu hem de kadim soruyu sormak istiyorum: "İsa'da ne kadar Selahattin Yusuf var?"
Valla, bu romanı yazmayı on yıl boyunca düşündüm.Zaman zaman notlar da aldım. Şöyle bir şey söyleyeceğim. İnsanın başkasında gözlediği ve not aldığı şeyler, o "başkasının" değildir; yazarın kendisinindir. Hatta o notlar bizatihi "yazar"ın kendisidir. Çünkü yazar, gözlemlediğidir, seçtiğidir, kaydettiğidir zaten. Biz onun görme biçimine "yazar" deriz. Şimdi söyleyeyim.Ben değilim baş karakter, hayır; ama öbür yandan da, kim inanır ki buna?
"KADINLAR SADECE KONUŞARAK DÜŞÜNEBİLİR"
Kitabın kahramanı İsa kadınlar için, "Kadınların hepsi başka kültürden bana göre. Şiir gibiler onlar da. Asla tam olarak anlaşılamazlar. Başka dillere tercüme edilemezler. Hatta kendi dillerine bile tercüme edilemezler." Selahattin Yusuf ne söylemek ister kadınlara dair?
İyi ve büyük şiire dayanamaz, parçalanırlar. "Daha büyük tutku" olarak bir "inanca" da bağlanmadan büyük şiir yazan erkek şairler bile sendelemişlerdir; büyük şiir yazabilen kadınlar ise tamamen yitirmişlerdir dengelerini. Neredeyse her defasında. İlhama dayanamazlar. Vahyi hiç taşımamışlar. Zihinleri de vücutları gibi yumuşaktır. Payanda olmadan, tek başlarına yaşayamazlar çünkü. Bütün kadınların en az bir tane çok yakın sırdaşı, arkadaşı vardır, bilirsiniz. Ayna lazımdır onlara hep. Kendileri üzerine düşünemezler çünkü. Kendi haklarındaki bilgiyi dışarıdan alırlar; içeriden değil. Sırdaşları, konuşabilmelerinin değil; düşünebilmelerinin şartıdır. Olmazsa olmaz. Sadece konuşarak düşünebilirler. Konuştukları sürece ve biçimde düşünmüş de olurlar. Şiir ve hakikat ise çoğu zaman sizden tam temas ve baş-başalık talep eder. Kendi içinize bakmanız, kendi içinizin vadilerini, düzlüklerini, tuzaklarını, bataklıklarını uzun uzun temaşa etmeniz gerekir. Şimdi gelelim anlaşılmazlıkları meselesine. Bu bir şikayet değil. Zaman zaman gündelik hayatta sorun yaratan bir şey olmasına rağmen; daha derinde bir şikayet sebebi olmamalı bence bu. Çünkü anlamak, anlaşılmak sandığımız gibi hayata gerçek lezzetini veren şeyler değil ki. Bir saydamlık o. Arkasını gösteren bir şey. Dünyayı ve hayatı çabucak tüketecek bir şey, netlik. Ölü bir şey. İnsanlar arasındaki çelişkilerin, hayatın gerçek canlılığı olabileceği ihtimalini bir yana bırakalım; muamma neden kadınlar söz konusu olduğunda bütün çekiciliğini yitirsin ki? Bu, istatistik cetvelleri kadar anlaşılır olmadıkça, şiirlerin değersiz olduklarını düşünmeye benziyor. Burada İsa'yı da eleştirdim, dikkat ederseniz. Ama o da zaten gündelik bir tepki vermişti Sven'e, bunları söylerken. Konu üzerinde derin derin düşünmemişti.
ANNELERİMİZLE GÖBEK BAĞIMIZ VAR!
İsa'nın annesi vefat ediyor! Anneli bir hayatla annesiz bir hayatın farkı nedir sizce bir erkek için?
Size sözlük anlamını aynen söylemek isterim: "öksüz" sözcüğü, Türkçe "ök" kökünden türemiştir. "ök" kelimesi "bağ, ip", "göbek bağı", göğüs ile anne anlamlarına gelir.
Kitap biraz da 'Kimim ben, neredeyim?' soruları üzerine kurulu! Sahi biz kimiz ve neredeyiz?
Hayatın şu veya bu türden bir çelmesiyle yüzüstü kapaklanınca, sizinle birlikte aynı anda -İsa'nın anlatımıyla tek vücutmuş gibi- titremekte olan o "ök" kopunca, ölünce başlayan sorudur o. Bizi hayata fiziken ve ruhen bağlayan bir şey "ök". "Ök"ten sonra işimiz zor. İlkin onun rahminden ve memesinden koparız. Ama ergenliğe kadar zihnen dünyada değilizdir aslında. Fiziken dünyada olup zihnen olmamanın; yani dünyadan (sürgünden) henüz haberdar olmamanın lezzetini bilincinde yaşarız. Bilincinde olduğumuzda ise kendisi olmayacaktır. Bana göre hayatın temel çelişkilerinden biridir bu. Bilgi ancak "ök"ten kurtulmuş olanlara verilir. Bilginin ne kadar acı bir şey olduğunu anlayabilmemiz için meczuplara bakalım. Aklın bağlarından da kurtulmuşlardır onlar. Akla uzaktan bakabilen bir insanın acısını, şimdi, bu satırları okurken bile, iki dakika boyunca hayal etmeye cesaretimiz yeter mi?
Sonra ergenlikle birlikte "ök"ten bir kez daha koparız. Asıl kopuş budur. Dünyaya gelmişizdir artık. Artık geriye dönüş yoktur. Daha doğrusu, sanatçı için geriye dönüş başlamıştır. Bazı ressamların anlattığı gibi, başı arkaya dönüktür; yürürken geriye bakacaktır artık. Çocukluğun yası kapanmaz. O soru kapanamaz. Hikaye boyunca devam eder. Şeyda olsa da olmasa da İsa soracaktır o soruyu artık. Hatta İsa'nın zihninden geçen bu soruyu Sven kulaklarıyla duyacaktır.
ORMANDA VAR OLURUZ, ŞEHİRDE TAHAMMÜL EDERİZ
Kitapta mekan olarak şehir hayatıyla başlayan, klinikle devam eden sonra orman ve tekrar şehir hayatı! Şehir hayatı bizim için bir canavara mı dönüştü artık? Ormana kaçış kurtuluş mu?
Afaki şeyler söylemek istemem. Her şey söylendi şimdiye kadar şehir ile ilgili. Ama ormanlarla ilgili söylenmedi ve söylenmiyor. Bu, söyleyebilecek olanların önemli bir yekununun şehirlerde doğmuş ve büyümüş olmalarından kaynaklanıyor elbette. Ama benim için öyle değil. Benim çocukluğum, balta girmemiş ormanların kenarlarında, içlerinde, onların tarifsiz karanlıklarında, insanın yüreğini ağzına getiren sürprizli açıklıklarında koşarak geçti. Böyle olunca da, şimdi bu satırları Çengelköy'de oturmuş yazarken, bir çeşit skandal duygusuna kapılıyorum ve bu duygudan kendimi kurtaramıyorum. Orman samimiyettir. Kendi hayatı kendiliğindenliğiyle doludur. Tamamen. Dışarıdan bir yardım, bir gerçeklik almadan, yardım almadan, kendinde olarak ve kendi başına, kaçınılmaz bir sonsuzluk uzamında olarak, vardır. Daha da önemlisi, onu seyrederken bize geçirdiği var olmaya devam edecek olmaklığı duygusudur. Yaratıldığı gibi kalmışlığıdır. Şehir desisedir, vesvesedir, üç kağıttır, dümendir, barışı kendiliğiyle değil; uzlaşma imkanlarıyla ilgilidir. Hesap kitaptır. Ormanda var oluruz; şehirde tahammül ederiz. Ederim.
"Bedenimizi öldürmemek için elimizden geleniz yapıyoruz; ama ruhumuzu öldürmemek için hiçbir şey yapmıyoruz" Ruh nasıl hayatta kalır?
Ruhumuz da bütün canlılar gibi, yiyecekle hayatta kalır. Bütün mesele, onun yiyeceğini arayıp bulmak zorunda olmamızda. Buna bir yazar olarak cevap vermem gerekirse, aramak benim mesleğimdir, aynı zamanda. Yiyeceklerin yerini göstermek. Olabilirse eğer, birazını getirip insanlara ikram etmek. Bunu elbette ki benden çok iyi yapmış olanlar var. Onları arayıp bulmak, yiyeceklerin yerlerine ilişkin haritalarını göstermeleri için onlarla konuşmak, konuşmak, dinlemek, okumak. Kur'an okumak; yani Hakikat'in yeryüzündeki ve insanlar arasındaki bin bir cilveli serüvenlerini yürekten, samimiyetle gözlemlemeye çalışmak. Dünyayı ve içindekileri temaşa etmeye alışmak.
"EVİ NEPAL'DE KALMIŞ SLOVAKYALI BİR SALYANGOZDUR RUHUMUZ"
Kitapta şiirsel bir anlatım var. Beni en çok etkileyen yerlerinde biri şurası oldu: "İnsanın hiç giyinmemiş yerleri gözleridir sadece. Bir insana gözlerinden kolayca girebilirsiniz!" Gözler yalan söylemez mi?
Kör olsalar bile yalan söyleyemezler. Bunu Dylan Thomas ispatlamıştır bir şiirinde. Sevindiklerinde, "Körlerin gözlerinin de parıldadığını" söylemiştir, "yanan gök taşları gibi.."
Kitapta bir de 'evsiz'lik meselesi var. Evsizlikle 'mutsuzluk' aynı şey olabilir mi?
Keşke olmasaydı. Ama benim için öyle oldu hep. Gece olunca -tercihen içinde sevdiğim birinin yaşadığı- belirli bir evde değil de istediğim herhangi bir yerde kalabilecek olmak ihtimali uzun yıllar boyunca çok yordu ve yıprattı beni. On yıl önce bir arkadaşım anlatmıştı. Sık sık uluslararası seyahatleri oluyordu. Gittiği ülkelere evinden eşyalar taşıyordu valizinde. Otellerde çıkarıp masanın, etajerin üstüne, aynanın önüne, banyoya koyuyordu o eşyaları. Bunu bir takıntı haline getirdiğini söyleyip şikayet ediyordu. Neden? Çok basit. Evinden ayrılamıyordu aslında.O zaman söyleyememiştim ona, şimdi size söyleyeyim. Sadece İsmet Özel için değil; aslında bir çoğumuz için de "Evi Nepal'de kalmış Slovakyalı bir salyangozdur" ruhumuz.
Kitaptaki ana karakterlerden biri de Sven. Polis memuru, 'Yolculuk nereye?' diye sorduğunda,
"Nereler var?" diyor. Nasıl bir ruh halini yansıtıyor bu sözler. Sven'den bahsedebilir miyiz biraz?
Bir taşkınlık hali o. Kurtulmuş olmanın, hafiflemiş olmanın uçucu, ama aynı zamanda kendini tehlikeye sokan hareketi.
GELMEYEN BİR KADIN NE KADAR BEKLENİR?
Bir de klinikte tedavi meselesi var, İsa ve arkadaşlarının. Bazen insan düşünüyor, tabelanın içi mi dışı mı ruh ve sinir hastalıkları hastanesi acaba, diye. Ne söylemek istersiniz kitapla ilgili olarak?
Aslında kitaptaki en önemli, en gizli dertlerimden biri de buydu. Çok teşekkür ederim bu soruya. Kliniklerin, toplumun kendini iyi hissetmek için uydurduğu kötü bir hikaye olduğunu -çok ısrarlı olmasam da- bir parça düşünüyorum aslında. Roman da böyle düşünüyor.
Hazır sanrılara girmişken İsa'nın 'Şeyda' muammasından bahsetmek istiyorum biraz. Gelmeyen ya da olmayan bir kadını insan ne kadar bekleyebilir?
Gelmeyen kadını bekleyemez belki gerçekten. Ama ya olmayan kadını? İyi düşünün.
"Büyük Kötülük" kavramı var kitapta. Şu anda dünyamızdaki en büyük kötülük nedir sizce?
Ne olduğunu bilmiyorum. Belki dünyanın gittikçe dünyevileşmesi, kendinden ibaret somut, mat, ilginç olmaktan giderek uzaklaşan bir madde haline gelmesi. Ama kesinlikle ekolojik dengenin bozulması değil, bana kalırsa.
Ekolojik dengenin bozulduğunu söyleyenler, bozulmanın iki insan arasındaki ilişkiyle başladığı gerçeğinden neden gözlerini kaçırıyorlar? İnsanlar arasındaki ilişkilerin ekolojisi için kim kaygılanıyor? Seanslar. Psikiyatri. Peki neden dini değerlerin ve geleneksel imkanların, uygarlık birikimlerinin kadim imkanları değil? Çünkü onlar piyasanın dolaşımına sokulup satılamıyor, alınamıyor. Sistem o değerlere, kendi dolaşımına girecek kılığa girdiklerinde izin veriyor ancak. Kapitalizmi üretenler ve insanlığın başına bela edenler, kefaretin hepimize ait olduğunu kabul etmemizi istiyorlar. Güzel kızları, yeşil atlet giymiş çocukları ellerinde yardım çekleriyle sokaklarımızda dolaşıyor, "tehlikede" olduğumuza- gizli bir mezhebe inanır gibi- inandığımızı kabul ve beyan etmemizi istiyorlar. İmzayla. Ben de diyorum ki. Sarf etmekle-israf etmek arasındaki ölçüyü eğitimin, sokağın, hayatın içinde yaygınlaştıralım. Sadece bunu yaygınlaştıralım, yeter.
Son olarak kitap çıkalı çok az zaman oldu ama okuyucudan gelen tepkiler nasıl oldu onu merak ediyorum ve okurlara söylemek istediğiniz bir şey varsa onu da dinlemekten memnun olurum.
Valla, şimdilik Twitter'dan tek tük okuduk sevdik ifadeleri var. Romanın içinden bazı cümleler dolaşıyor insanların yazdıklarında. Görünce hoşuma gidiyor. Birkaç yazar, şair arkadaşım güzel şeyler söylediler. Henüz çok yeni. Görmek için zamana ihtiyacımız var. Ama herkes okudu ve susanlar beğenmeyenler ise yandık.:)
İlginiz için teşekkür ederim.