14' üncü İstanbul Bienali 5 Eylül-1 Kasım tarihleri arasında 30'dan fazla mekânda 80'in üzerinde katılımcı ile İstanbullularla buluşuyor. Küratörlüğü Carolyn Christov-Bakargiev tarafından üstlenilen bienal bu yıl "Tuzlu Su: Düşünce biçimleri üzerine bir teori" başlığını taşıyor. Müzelerin, galerilerin yanı sıra tekneler, eski bankalar, otoparklar gibi sıra dışı mekanların da kullanıldığı bienal, düğümlerden, acılardan, hatırlamaktan ve yaralara tuz basmaktan bahsediyor. Güneşli bir eylül sabahı Kutluğ Ataman ile buluşup İstanbul Bienali'ni hem gezdik hem de bienal ve modern sanat üzerine sohbet ettik. Bienal bizden ne istiyor, biz bienal ile nasıl bir ilişki kuruyoruz bütün bunları irdeledik.
Bu ayki Lacivert'in konusu yerlilik. Aslında bienale de bu eksenden bakmak istiyoruz. Yerlilik modern sanatın gündemine nasıl girdi ya da girdi mi?
Çok yoğun değil ama daha ziyade romantik bir çizgide girdi 'bizim mahalleye' yerlilik konusu. Mesela 'Fes meselesi' yavaş yavaş tabu olmaktan çıkmaya, sanat eserlerinde kullanılmaya başlandı. Tabii bir yandan da Asitane'ye gidip Fatih döneminde yapılan kavun dolması yeme merakı gibi oryantalist tavırlar da var. Ama ben bunu yine de önemsiyorum, sahiplenme açısından önemli bir yerde duruyor. Ve evet, bir kırılma oldu diyebiliriz.
Yerlilik meselesi içinde Osmanlıcılık tartışmasına nasıl bakıyorsunuz?
Osmanlı düşüncesinin, sanatının, mimarisinin içinde milliyetçi/ayrılıkçı öğeler hiç var olmadı. Bugün Osmanlı'ya bakış açımız bir miktar neo-Müslüman/milliyetçi bir perspektif ve bence doğru bir perspektif değil. Bir arayış içinde olmak, 'bu nereden geliyor?' 'bunun üzerine neler yapılabilir?' diye düşünmek çok güzel bir şey. Hâlbuki kuru kuruya tarih geri dönülüp tekrar üretilemez. Çünkü biz zaten jakoben bir formatlanmadan geliyoruz. Cumhuriyet böyle bir formatlama yapmaya çalıştı. Tekrardan aynı tuzağa düşmenin anlamı yok.
Belki Osmanlıcı bir perspektiften bakmak insanlara meşru bir zemin kazandırıyor, kolay bir açıklama getiriyor. Adını koyamasak da bir kırılma, dönüşüm olduğunu siz de kabul ediyorsunuz değil mi?
Daha ziyade bir sosyal hareketlilik aslında. Birileri bu harekete dair her şeyin ismine AK Parti diyor. Hâlbuki siyasetin çok dışına çıkan bir etkileşim bu. Bakıyorsun, sol desen sol değil. Zaten benim inanışıma göre Türkiye'de sol da çok sağcıdır. Sağ desen hiç değil. Yeni sağ diyemeyiz, daha doğrusu sağ/sol paradigmaları doğru değil. Bence önce bunun önyargısız tarif edilmesi ve adının konulması gerekir. Kabaca dindarlar filan da diyemezsiniz. Çünkü herkes dindar değil. Belki demokratlar diyebiliriz o zaman da alışılagelmiş sosyal demokrat tanımı içinde anlaşılıyor. Benim en yakın bulduğum kavram Yeni Türkiye. O da insanları tarif etmiyor.
Türkiye'nin geleceğini bu yeni paradigma mı belirleyecek, ne dersiniz?
Dediğim gibi geçmişe jakobenist kafa ile saplanmanın tehlikesine işaret ediyorum. Bu tiyatro oynandı. Şimdi kendimize sormak zorundayız: Yerlilik üzerine mi düşüneceğiz, yerli olmayı mı önemseyeceğiz, evrensel mi olacağız ya da Fransızların dediği gibi dünyalılaşacak mıyız? Bütün bunları kendi mantık silsilemizde gerçekleştirmek zorundayız. Benim sanatçı olarak rolüm burada dogmaya takılmamak ve tartışmayı çeşitlendirmek. Bugüne dikkatli bakmak ve içindekini inşa etmek…
2015 İstanbul Bienali'ne gelelim. Bienallerin şehre yayılmak, şehirliye ulaşmak gibi bir iddiası var. Bienale gitmek için vapura binin ve biraz tuzlu su üzerinde kalın yani bizimle beraber hareket edin deniyor. Peki, bunu başarabiliyor mu?
Pratikte bazı zorluklar var tabii. İstanbul beraber hareket etmek için çok büyük bir şehir. Ama ben bienal ile ilgili başka bir şey söylemek istiyorum: Açıkçası Tuzlu Su konseptini ilk duyduğumda reaksiyon gösterdim, bu ne dedim, anlamlandıramadım ilk başta. Sonra tuzlu su üzerinde düşününce aklıma fizikteki iletkenlik meselesi geldi. İletkenlik gerçekten önemli bir şey ve suya tuz koyduğunuz zaman iletkenlik artıyor. İstanbul'un tuzlu su ile olan ilişkisi ise çok değişik. Su tarafından hem bölünüyor hem birleştiriliyor. Sonra tuzlu suyu geçmek isteyen, geçemeyen mülteciler geldi aklıma. Mavi Marmara geldi. Coğrafyamız, Arap devrimleri ve karşı devrimleri, daha birçok şey… Hakikaten tuzlu su üzerinden gidebileceğimiz sonsuz olasılıklar var. Gözyaşımız da tuzlu mesela.
Sosyolojik bir iletkenlikten mi bahsediyorsunuz?
Evet, ama itiraf edeyim, bienalde bu sosyolojik iletkenliği göremedim, yakalayamadım. Bu benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Yine bir bienal yapılmış, belli mahallelere hapsolmuş, hatta açık söyleyeyim, 'Beyaz Türklerin' mahallelerine hapsolmuş. Ve bu mahallelerin pek çoğu da zaten cumhuriyetin 'işte buralar kültür sanat mekânıdır' diye belirlediği yerler. Buralardan çıkamamış. Veya House Cafe gibi 2000'lerin hit mekânları, İtalyan Lisesi vs… Riva'da bir plaj kullanılmış, onun halkla hiç alakası yok. Yani yine aynı mahalle kültürüne hapsolmuş ve kendi içinde bir kültür servis edilmiş mekânlarda bienal. Ve bakıyorum, bu hali ile sevgili yabancı misafirlerimizi ve -elbette- bienale ilgi duyan turistleri çok güzel ağırlamışız. Türkiye'nin batılı yüzünü göstermişiz. Ama bir yandan da Tuzlu Su ile yakalanabilecek onlarca olasılığı kaçırmışız. Teflon tava bir bienal, ne yapışır, ne yapışmaz. Kimseyi rahatsız etmeyen, belli meseleler etrafında dönen ve hani çağdaş sanat diyoruz ya, çağdaşının sosyolojisine, bugününe tenezzül etmemiş bir bienal…
Başka türlü nasıl olabilirdi?
En son Venedik Bienali'ne bir bakalım. Venedik'te sanat dünyasındaki son üç yıldır büyük kırılma, süpürme ve yeni perspektifler ortaya çıktı. Çok çeşitli coğrafyaları davet ettiler, Arap devrimlerine baktılar, küratörü zaten Nijeryalı idi. Ve bir önermesi vardı. Sanatın işlevi ve dogmadan kopmak üzerine açık görüşlülükle bir önermede bulundu. Bunu yaparken sadece politik mesajlar iletmedi, çok rafine bir sanat zevki de verdi. İstanbul Bienali bunun ötesine geçmeli ve bunu ilerletmeliydi. Bir öngörü geliştirmeliydi. Benim gördüğüm çok fazla riske girilmemiş.
Nasıl bir risk alınabilirdi?
Bienal, hiç girmediği, tarihsel olarak görmezden geldiği mahallelere girebilirdi. Aslında bir yere girmek/gitmek çok itici kavramlar, başlı başına jakoben bir tavır. Mesele beraber bir şeyler yapmak olmalı. Haydi, ben sana şimdi sanat öğreteceğim tavrı da doğru değil. Ben daha evvel Merter'de bir gecekondu mahallesinde çalıştım. Aslında 90'ların başında böyle bir etkileşim oluşmuştu. Sanatçılar mahallelere gidiyorlardı, sokak aralarına giriyorlardı. Sonra ne oldu? İstanbul burjuvazisi modern sanata el attı ve hepimiz buna elimizi açarak bravo dedik, sanata destek böyle olmalı işte. Sponsorluklar, galeri satışları vs ile modern sanat bir anda sermaye ekseninde dönen bir piyasa haline geldi ve içine doğru çekildi, aslında bir bakıma montaj sanayi gibi bir şeye döndü.
Peki, Bienaller biz insanlardan ne bekliyor, ne istiyorlar?
Pek bir şey beklediğini zannetmiyorum, bienaller endüstriyel araçlardır artık. Aslında öyle başlamamıştır. Bienaller bir yönüyle "bugün dünyada ne oluyor, hangi düşünceler çatışıyor, kim ne diyor", bunları görmek ister. Bir taraftan da küratörlerin fırça darbeleridir. Mesajım bu, ben bunu diyorum ve sanatçıları da renklerim olarak kullanıyorum demek ister.
2013'teki "Anne ben barbar mıyım?"da ötekine odaklanmak istenmişti, zayıf ve dışlanmışların adına bir alan açmak istediklerini, bir diyalog başlatmak istediklerini söylemişlerdi, bu mümkün oldu mu?
Eh işte, ey halk ben size şunu bunu yapmaya geldim pozisyonu var bienallerin. Yeni düşünme ve hayal etme biçimleri ve tartışma biçimleri oluşturabiliyor mu? Maalesef, bunlar beylik laflara dönüştüler, hali hazırda böyle bir şey yok, bunlar sanat dünyasının kapalı devreleri. Maalesef, böyle bir zemin yok ve bazen kendileri de anlamıyorlar söylediklerini.
Bu bir kapalı devre ise her saat, her kanalda, her tip izleyiciye hitap eden bienal reklamı neden var? Muhakkak bienali gezmem lazım psikolojisi oluşturmak için mi?
Bilmiyorum, ama toplumun bienali tüketmesi gerektiği fikrine ben de katılıyorum. Lakin bu hali ile bienaller hep belli bir eğitim seviyesine hitap ediyor. Sanat dünyası içinde belli tartışmaları takip edenler, sanat üretimi yapanlar, ilgisi olanlar filan… Tabii böyle eleştiriyorum ama şunu da belirteyim, hep genel paydaya göre işler üretemezsin. Ama böyle yaptığın zaman da başarısız bir sergi oluyor, dengelemek durumundayız. Gelen yabancıyı da, şehir insanını da, sanat takipçisini de… Bienal bu kadar elit bir yerde durmamalı… Haksızlık etmeden söylemek istiyorum ama bienal konsepti zaten kültürel tarihi bizim kadar sekteye uğramamış kendi iç dinamikleri ile devam etmiş batıdan gelen bir format. Ve bu formatla batıya servis yapmaya koşullanmak, bazen buradaki dinamikleri de kaçırmak demek oluyor. Bir silkelenme olmalı.
Bahsettiğiniz daha genel düzlemde modern sanat ve toplum ilişkisi nasıl kurulabilir? Sponsorluklar, topluma ulaşma derdini baltalıyor mu?
Aslında modern sanatçıların çoğu sol disiplinden geldikleri için toplumla kurdukları ilişki de sıkıntılıdır. Gel ben senin elini tutayım psikolojisi ile hareket eder. Tamam, elimi tut ama tutmasan da olur diye bakmak lazım. Hâlbuki bizim sanatçılarımızda 'halka bir şeyler vermemiz gerekir' düşüncesi var. Bu bir pozisyon alma şekli. Ben senden iyi biliyorum, öğretmenim, aydınım ve gel bakalım sana neler öğreteceğim düşüncesi. Maalesef hep böyle ilerleyerek bugüne geldik. Ve bu kafa zamanla himaye eden bir zihniyet oluşturdu. Sponsorluğu reddedebilir miyiz? Hayır. Ama doğrusu beraber ilerlemek olacaktır. Toplumun içine girerek demokratik bir şekilde üretim yapmaktır. Bunu yapanlar da var, yok değil, bütünüyle inkâr etmiyorum. Genel bir çerçeve çiziyorum.
Toplum içinde üretim nasıl olacak peki?
Hatırlarsınız, 2010 yılında bazı galerilere baskın düzenlendi. Bir semtte sanat galerisi açılışı yapmak isteyen bizim çiçek çocuklarımız o semtin insanları tarafından yuhalandı, saldırıya uğradı. Önce hızlı bir reaksiyon geldi, provokasyon dendi, fakat çok hızlı toparladı bu arkadaşlar, fark edildi ki bir semte gidiyorsun ama birbirine karışmadan akan iki nehir gibi o semt insanı ile hiçbir bağ kurmuyorsun, kendini anlatmıyorsun. Sonra bu arkadaşlar alternatif bir şeyler yaptılar, mahalleli ile konuştular… Hâlbuki hâlâ Bedri Baykam gibi 'halkı boykot etmeye' pek yatkın bir kafa da var. Küstüm size, ceza olsun ben de size sanatımı getirmeyeceğim… Bunlar sanatı propaganda ile karıştırıyorlar. Bu işte müsamerenin ta kendisi… Zaten biz toplum olarak uzun yıllardır başlı başına bir müsamerenin içinde yaşamıyor muyuz?
Çok cesur sözler, bu fikirlerinize tepki almıyor musunuz?
Alıyorum, bana tırnak içinde kendi mahallemden şöyle bir savunma geliyor. Kutluğ, sen bu şekilde konuşuyorsun ama onlar (onlar dedikleri diğer mahalle) sanat ve kültürden hiçbir şey anlamıyor ve bu yüzden asla başarılı olamayacaklar, çünkü geleceğe ancak ve ancak sanat ve kültürden anlayanlar yön verebilir.
Katılıyor musunuz bu düşünceye?
Evet, bu fikir, görünüşte veya şimdilik doğru olabilir. Böyle bir eksiklik olduğunu biliyoruz. Ama bunu da çok iyi konuşup anlamak lazım. Bu durum, hiçbir zaman sanatın yeşermeyeceği anlamına gelmez, bu konulara iyi bakmak lazım. Şimdilik bir savunma refleksi ile hat, ebru kursu açıyor. Bir nevi sanat üretimi taklit ediliyor. Ve burada da belli bir form kazandırma üzerinden bir jakobenleşme tehlikesi var. Her şeyin içine bir hat koyalım, duvara ebru asalım, sanat budur, düşüncesi ile kültür ve sanatı kontrol eder hale gelirseniz aynı hikâyeyi baştan yazmaya başlarız. Çünkü biz zaten 90 yıldır bu hikâyenin içinde yaşıyoruz. Bense toplumların bu şekilde dönüşmediğini düşünüyorum. Yeni gelen dinamikten çok şey öğreneceğiz ve üzerine inşa edeceğiz. 'Benim ihtiyaçlarım nedir?' sorusunu sormak gerekir. İnsan her zaman ideal olanı yakalamaya çalışan ama mükemmel olmayan bir mahlûktur. Kendince ideal olana yaklaşmaya çalışırken gerçek ihtiyaçlarının ne olduğunu iyi tespit etmeli.
Meryem İlayda ATLAS / Lacivert Dergisi