Turgut Özal Türkiye'nin ismini değiştirmeyi düşündü mü? Türkiye Saddam'a karşı savaşmaları için Kürtlere nasıl destek verdi? Hangi röportajı bir bakanı koltuğundan etti? Talabani'nin "Büyük Kürdistan" hayali küllendi mi? Erdal İnönü'nün hangi şakası Saddam'ın sarayında buz gibi bir hava estirdi? Rauf Denktaş hasta yatağında vasiyet gibi konuşmayı da Nur Batur'a yaptı… Peki ne istedi?
Röportajlarında bomba gibi sorular soran Nur Batur bu sefer bomba gibi cevaplarla kitabını anlattı…
İşte 35 yıla sığan 35 röportajdan satırbaşları...
Kitapta 35 yıl içinde yaptığınız röportajlardan kitaba sığan 35 röportaj yer alıyor. Sizi en zorlayan röportaj hangisi oldu ?
Aslında Benazir Butto ve Tarık Aziz röportajlarıda hiç kolay olmadı.Aziz'le görüşmek için ambargo altındaki Bağdat'ta bin kilometrelik çöl yolunu hiç durmadan 12 saatte aşarak gittim.. Benazir'le ilk röportajım için de o ana kadar adını bile duymadığım Nawabsah'a gittim ve Benazir'i seçim kampanyası sırasında 18 saat köy köy izledikten sonra görüşme yaptım ama en zorlandığım Yaser Arafat'la röportajım oldu.Çünkü Arafat'ın peşinde yıllarca koştum.İlk randevum 1981'de Beyrut'taydı. İç savaş devam ediyordu.Beyrut'a gittim. Otelde beklemeye başladım.Birkaç gün sonra gece yarısı telefonum çaldı. Arafat bekliyordu. Hemen giyinip çıktım. İki Filistinli gerilla beni Arafat'ın kaldığı otele götürdü.Arafat her gece farklı bir yerde kaldığı için nereye gittiğimizi bilmiyordum. Arafat toplantıdaydı. Beklemeye başladım. Gün ağarırken danışmanı yanıma geldi .Arafat'ın çok yorgun olduğunu ve görüşemeyeceğini söyledi.Başımdan kaynar sular döküldü .Yine gerillaların eşliğinde otelime döndüm. Birkaç yıl sonra bu kez Tunus'ta görüşmek için randevu aldım. Tunus'a uçtuğum gün Arafat Cidde'de Arap zirvesindeydi.. Dönüşünde uçağı düştü. Arafat ölümden döndü. Yine görüşemedim. Aradan birkaç yıl daha geçti. Sonunda Arafat'la yine maceralı da olsa Gazze'de görüşmeyi başardım. Arafat iyice yaşlanmıştı..Filistin devleti için hayatının kumarını oynuyordu artık..
Arafat'la görüşmeniz epey maceralı olmuş.. İlk tanışmanız nasıldı ? Size neden çok kızdı ?
Gerçekten maceralı oldu. Arafat'la ilk tanışmamız 1979'da Ankara'da oldu..Filistinli gerillalar Mısır Büyükelçiliğini basıp günlerce eylem yaptılar. Sonunda Arafat yakın adamı Abu Firas'ı Ankara'ya gönderdi ve gerillaları teslim olmaya ikna etti .Ardından da Ecevit Hükümeti Türkiye'de FKÖ temsilciliği açılmasını kabul etti ve birkaç hafta sonra Arafat temsilciliğin açılışı için Ankara'ya geldi.Tarihi bir gündü. Arafat bir basın toplantısı düzenledi. O sırada İsrail'in varlığını kabul etmek bir yana adını bile duymaya tahammülü yoktu. Arafat soruları yanıtlamaya başlayınca ben ayağa kalkıp " Bir gün İsrail'le komşu olmayı düşünür müsünüz ? " diye sordum.Arafat " Bana bir Türk gazeteci bunu nasıl sorar " diye bağırmaya başladı.Ama sonra yanıma gelip koluma girdi ve beni Beyrut'a davet etti. Böylece Arafat'la yıllarca sürecek kovalamacam da başlamış oldu.
Kitaptaki ilginç anekdotlardan biri de Türkiye'nin Saddam'a karşı savaşmaları için Iraklı Kürtlere silah desteği vermesi.. Bunu nasıl yorumlamak gerekiyor. Türkiye de Kürdistan'ın kurulmasına yardım etmiş diyebilir miyiz ?
Ben hep tarihin farklı yazıldığı senaryoları hayal ederim.
Eğer Saddam Hüseyin,1980'de İran'a savaş açmak yerine milyarlarca dolarlık petrol gelirlerini Irak'ın kalkınmasına harcasaydı neler olurdu acaba ?
Ya da Saddam 10 yıl İran'la savaştıktan sonra bir de Kuveyt'i işgal edip ABD'ye meydan okumasaydı bugün Irak parçalanma tehlikesiyle karşılaşır mıydı ?
Veya Saddam binlerce Kürdü Halepçe'de kimyasal silahlarla yok etmeye çalışacağına istedikleri özerkliği o zaman verseydi ?
Ama hayal ettiğimiz senaryolarla gerçekler ne yazık ki aynı olamıyor .
Gerçek olan şu ki Saddam bir diktatördü ve yarattığı hayal dünyasında kendisine tapıyordu.
Halepçe'de binlerce Kürt'ü kimyasal silahlarla öldürmesi Saddam için sonun başlangıcı oldu .
Kürtler için de milad sayılabilir herhalde. ABD Saddam'ı Kuveyt'ten çıkartmak için askeri operasyona başladığı zaman Irak Kürtleri yeni bir katliam korkusuyla Türkiye'ye kaçmaya başladılar. 500 bin Kürt sınırı geçip Türk topraklarına sığındı.Türkiye'nin o koşullarda Irak'lı Kürtleri korumaktan başka çaresi yoktu. Kürtlere silah verilmesini de bu çevreçevede değerlendirmek lazım.
Büyük göç sırasında Amerikan Dışişleri Bakanı James Baker Hakkari'ye geldiği zaman biz de bir grup gazeteci bölgeye gittik. Aslında o gün Irak'taki Kürt Özerk Bölgesinin temellerinin atılmaya başlandığını söyleyebilirim.
Sizin Talabani'ye sorduğunuz soruyu ben size sormak istiyorum. Turgut Özal biraz daha yaşasaydı Kürt sorununu farklı boyuta taşıyabilir miydi ?
Evet taşıyabilirdi . Özal aslında 1990'ların başında Kürt kimliğini tanıyıp ,Kürtçe radyo TV gazete ve kitapların yayınlanması sağlayarak ve Belediyelere de daha fazla yetki vererek sorunu çözmeye çalıştı. Ama o günlerde Türkiye'nin bölüneceği korkusu o kadar şiddetliydi ki Özal başarılı olamadı. Ama Özal'ın yapmak istediklerinin hepsi yaklaşık 15 yıl sonra yani 2009'da yapıldı. Bugün Kürtçe Radyo ve Televizyon yayınları var. Üniversitelerde Kürtçe dili bölümleri bile açıldı.. 2009'da yapılanlar 1990'ların başında yapılmış olsaydı belki de insan öldürerek bölgede dehşet saçan PKK'yı daha kısa sürede tecrit etme imkanı doğabilirdi. Türkiye ne yazık ki zaman kaybetti.
Turgut Özal, Korkut Özal'ın dediği gibi sorunu çözmek için Türkiye'nin adını bile değiştirmeyi göze almış olabilir mi ?
Özal siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlara pragmatik yaklaşan, tabuları yıkmaktan korkmayan bir siyasetçiydi. Sorunlara çözüm yolu açabilecek her türlü senaryoyu düşünür , yakın çevresindeki siyasetçiler ve gazeteciler aracılığıyla kamuoyunda tartışılmaya başlanmasını sağlardı. Böylece herhangi bir sorunun çözülmesi için izleyecek politikalara hem kamuoyunu hazırlar hem de uygulanıp uygulanamayacağını tartar, uygulayacağı politikaları şekillendirirdi.
Abisi Korkut Özal'ın söylediği gibi ,Kürt sorununu çözmek için gerçekten Türkiye Cumhuriyetinin adını " Anadolu Cumhuriyeti" diye değiştirmeyi düşündü mü bilmiyorum Eğer düşündüyse bunu yapamayacağını da görmüştür herhalde.. Ama Özal'ın en aykırı fikirleri bile tartışabilen bir düşünce yapısı vardı. Amerikan ve İngiliz arşivlerinde birçok çalışma yaptım. Bu raporlarda herhangi bir sorunla ilgili çeşitli senaryolar hayal edildiğini ama en gerçekçi olanlara ağırlık verildiğini görürsünüz. Özal'ın da benzer bir düşünce yapısı vardı. Herşeyi tartıştıktan sonra gerçekçi politikalara ağırlık verirdi.
Sizin de Saddam'la görüşme sırasında salona bomba gibi düşen sorunuz var !!
Kadın gazeteci olmanın bir avantajı var. En sert soruları yumuşak bir uslupla pat diye sorabiliyorsunuz. Röportajlarım sırasında hiçbir zaman sert diye bir soruyu sormaktan kaçınmadım. O gün de öyle oldu. Herhalde o gün Saddam'a aynı soruyu erkek meslekdaşlarımdan biri sorsaydı kendimizi kapını dışında bulabilirdik.
Saddam uzun uzun komşular arasındaki sorunların diyalog yoluyla çözülmesi gerektiğini anlatıyordu. Ben de " Komşularla diyalog diyorsunuz ama son 10 yılda iki komşunuzla da savaştınız. Bunu nasıl açıklıyorsunuz ?" diye soruverdim.
Bir anda odanın ortasına bomba düşmüş gibi oldu..Daha sonra Ankara'ya uçarken Erdal Bey ve ekibiyle de tartıştık o anı..Erol Ağagil, "Bir an sorunuz üzerine görüşmeyi kesip kalkacak diye korktum ama sonra Türk halkına ulaşma şansını yitirmek istemediğini açıkça gördüm" dedi..
Ama ne yapayım.. Dayanamamıştım.10 yıl boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açan İran'la savaşı, Şattülarap'ı işgal ederek başlatan sanki o değildi !! Sonra yine binlerce insanı öldürerek Kuveyt'i işgal eden de sanki başkasıydı.. Ondan sonra da komşularıyla sorunlarını diyalog yoluyla çözmek istediğini söylüyordu.,Çoçuk kandırır gibi !!
Sorum üzerine, Saddam'ın sesi bir anda yükseldi.. Belli ki kızmıştı :
" Ben bu soruyu Sayın Özal'a çeviriyorum. Çünkü Sayın Özal bizim İran'la neden savaştığımızı biliyor. Kendimizi savunduk"
Bu sözlerine "Kuveyt'te de mi kendinizi savunuyorsunuz? " diye karşılık verince bir an bana bakarken gözlerinde şimşekler çakar gibi geldi bana .
Ama kendisini kontrol etmeyi başardı ve daha fazla sesini yükseltmeden " Kuveyt yönetiminin Irak'ın hak ve çıkarlarına saldırdığını Aslında Kuveyt tarihte Irak'ın bir parçasıydı olduğunu filan anlattı.
Tabii ki inandırıcı olmaktan çok uzaktı.
Benazir Butto geride kocaman bir aile bırakarak suikaste kurban gitti. Onunla son röportajı da siz yaptınız değil mi ?
Evet ben yaptım..Kaderin ve gazeteciliğin acı bir cilvesi herhalde.. Benazir'le suikaste kurban gitmeden son röportajı yapan gazeteci oldum.
Pakistan'a dönmesine kısa bir süre kala Dubai'de buluştuk. 3 çocuğuyla birlikte beni karşıladı. 2 saate yakın bir aradaydı. Babasının idamından sürgündeki hayatına , türban meselesinden İslamda kadına ve demokrasiye kadar her şeyi konuştuk. O gün bana " İslamda kapanmak yoktur . Herkesle tartışmaya hazırım " dedi. Pakistan'da fanatik İslam hareketinin giderek güçlendiğini yakından izlediğim için " Öldürülmekten korkmuyor musun ? " diye sordum.. O da " Vakit gelince ölürüz " dedi..Benazir sanki öldürüleceğini bile bile Pakistan'a döndü . Cesur bir siyasetçiydi.
O gün 14 yaşındaki küçük kızı Assefa'yla neredeyse bütün söyleşi sırasında el ele oturdu. Assefa'nın hüzünlü yüzünü unutamadım.
Türkiye ile Suriye, Apo meselesinde savaşın kıyısından mısır devlet başkanının aracılığıyla dönmüşler. Kitapta Demirel'in açıklamalarını okuyoruz. Sonrasında Türkiye Suriye ilişkileri yeniden gerildi. Önümüzdeki dönemde Türkiye-Suriye ilişkilerini nasıl görüyorsunuz ?
Uzun yıllardır Uluslar arası ilişkileri izleyince,ülkeler arasındaki ilişkilerde ebedi dostlukların ya da ebedi düşmanlıkların olmadığını anlıyorsunuz. Ülkeleri ve halkları birbirine ortak çıkarlar bağlıyor. Suriye ve Türkiye'nin de ortak çıkarlar var. Ayrıca halklar arasında da ortak kültür ve akrabalıklar var. Beşar Esat'ın babası Hafız Esat, yıllarca soğuk savaş atmosferinde ve Fırat sularının paylaşımı yüzünden Türkiye'ye karşı düşmanlık politikası izledi. PKK liderine Şam'da yaşama imkanı verip Türkiye'ye zarar verdi ama çıkarları Öcalan'ı Suriye'den atmayı gerektirince de APO'nun gözünün yaşına bakmadı. Yöneticiler gelip geçicidir. İki halk öyle ya da böyle bir gün yeniden mutlaka ortak çıkarları doğrultusunda buluşacaklar.
Suriye ya da Türkiye'de kim iktidarda olursa olsun ilişkileri yeniden ortak çıkarlar belirleyecektir.. Kuşkusuz ne kadar kısa sürede olursa iki halk ve ülke bundan o kadar az zarar görür..
Beşar Esad'dan Kaddafi'ninkine benzer açıklamalar duyuyoruz. Yakın zamanda yaşanmış böyle bir örnek varken aynı mihvalde açıklamaları nasıl okumak lazım ?
Öyle anlaşılıyor ki , Beşar Esat ve Baas rejimi hala Suriye ordusunu ve istihbarat teşkilatını elinde tutuyor. Ayrıca ABD ve Batı ne kadar baskı yapsa da BM'den bir askeri müdahale kararının çıkması şu anda imkansız gibi. Çünkü Rusya ve Çin engelliyorlar. Yani Esat'ın arkasında sadece İran yok. Rusya ve Çin'in de Suriye'de pandoranın kutusunun açılmasını istemedikleri anlaşılıyor.
Esat'ın Arap Birliğinin koşullarını ve gözlemcilerini kabul ederek zaman kazandığını da söyleyebiliriz. Yani Kaddafi'den farklı bir durum var ortada..
Esat ayakta kalabilir mi ? ya da ne zaman devrilir ? derseniz bunu kestirmek zor ama Arap dünyasında özgürlükler ve demokrasi rüzgarı esmeye devam ediyor. Belki Arap halkları demokrasiye istedikleri gibi kısa sürede kavuşamayacaklar ama yine de tarihin akışını durdurmanın mümkün olmadığına inanıyorum.
Esat'ın az da olsa hala bir şansı var bence.. Ülkede değişim ve demokratikleşmeyi süratle gerçekleştirmeye başlarsa sadece kendisini değil ülkesini ve bölgeyi de bir kaostan belki kurtarabilir.
Kitapta koltuk kaybettiren bir röportajınız da var ..
Evet tabuları yıkmaya çalışan bir Yunan Savunma Bakanı ne yazık ki koltuğunu kaybetti. 2004 yılıydı. Savunma Bakanı Spilyos Spiyotopulos'la görüştüm.. Bir saat boyunca Ege sorunlarını konuştuk.. Spilyotopulos eski pilot olduğu için özellikle hava sahası sorununun çok iyi biliyordu .Ama her ülkede olduğu gibi Yunanistan'da da açık sırlar vardır. Yunanistan resmen Ege'de havasahasının 10 mil olduğunu iddia eder ama gazeteciler de siyasetçiler de bu iddianın uluslarası hukuka aykırı olduğunu da bilirler ve sohbetlerde de rahatlıkla söylerler. Spiltyotopulos bana sadece " Hava sahamızda ' 6'ya,9'a dönebiliriz.. Birçok şey yapabiliriz. .Geleceğe inanıyorum . Herşey barışçı yoldan çözülecek '' demenin ötesinde birşey söylemedi. Aslında akılcı, uzlaşmaya yatkın ve cesur bir açıklamaydı. Ege'de savaş tehlikesini ortadan kaldırmak ve barış isteyen bir siyasetçinin cesur açıklamaydı. Ama kıyamet kopunca " Ben demedim " diye yalanlamaya kalktı. Bunun üzerine teypten İngilizce metni deşifre edip o gece gazetenin internet sayfasına tam metin olarak koydum. Tabii çok mahçup oldu ve kısa sure sonra da koltuğunu kaybetti. Bu olay bana Yunanistan'da tabuları yıkmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha gösterdi. Hava sahası sorunu da rafa kaldırıldı. Ama Spilyotopulos'un o gün açıkladığı barış formulü hala geçerliliğini koruyor. Yeterki raftan indirilip savaş çığlıklarına kulak asmadan uygulanabilsin.
Sizi sıkıntıya sokan ya da yayınlamadığınız bir röportaj oldu mu ?
Kitapta ilk kez yayınladığım iki röportaj var. Biri Gladio'nun lideri eski İtalyan Cumhurbaşkanı Francesca Cossiga'yla Roma'da iki gün boyunca yaptığım söyleşinin son bölümü.Cossiga o gün bana Türkiye'yle ilgili bir kabus senaryosundan söz etmişti.. O günkü koşullarda yayınlanmasını sakıncalı bulmuştum ama neyseki senaryo gerçekleşmedi. Aslında Nato'da ve Batı başkentlerinde dünyanın herhangi bir yerindeki bir siyasi kriz değerlendirilirken en iyi ve en kötü senaryolar yapılır. Bunlara göre de politikalar saptanır. Cossiga'nın bana anlattıkları da bir dönemde Batı başkentlerinde dolaşan kabus senaryosunu gözler önüne seriyor. Artık bilinmesinin yararlı olacağını düşünüyorum.
Kitapta ilk kez yayınladığım ikinci röportaj ise Süleyman Demirel'le yaptığım " Sivil asker " ilişkisiyle ilgili röportaj oldu.