Geceleri yazan, okuyan, yaşayan, gündüzleri idare eden biri olduğum halde, bazen benim de iç saatim şaşırıyor, gerçekliğim tersyüz oluveriyor. Geçenlerde yine öyle oldu, erkenden yatağa yığıldığım bir gecenin sonunda kara mor bir sabaha uyandım. İnsana gecenin hiç bitmeyeceğini, bir daha güneşin doğmayacağını hissettiren bir sabahtı. Hayatla değilse de en azından uyandığım o günle başa çıkamayacak kadar çaresiz ve tedirgin hissediyordum kendimi. Bir romana sığınmak için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı doğrusu. İşte Cahide Birgül'ün
Eflatun Koza'sına böyle bir ruh haliyle başladım. Ve daha ilk sayfalarından itibaren roman ikili deliliğin içine aldı beni... Romanın hem anlatıcısı hem baş karakteri, iletişim fakültesini bitirip bir gazetede işe başlayan, babası yıllar önce ölmüş, annesi terzi olan genç bir kadın. Adını kitabın sonlarına doğru öğrendiğimiz anlatıcı/baş karakter Evrim'in yaşadığı ev, sokak ve şehir onun iç dünyasındaki sıkıntıyla bire bir ölçüşen, klostrofobik bir atmosfere sahip. Kendini çirkin bulan, sürpriz sevmeyen, birini hayatına aldıktan sonra geçen her saniyenin aleyhine çalıştığını düşünen, aklı bir meczup gibi karanlık ve çıkışsız patikalarda kaybolup giden, önündeki yazıları bile kıpırdayıp duran küçük, siyah, baş edilemez böcekler gibi gören Evrim'in gazetedeki ilk işi, kayıp kişiler hakkındaki yazı dizisine bir dosya hazırlamaktır. Birkaç yıl önce evlerinden çıktıktan sonra bir daha kendilerinden haber alınamayan iki kadın hakkında bir şeyler yazması istenir ondan.
ALTÜST OLAN DENGELER
Görevi kadınları bulmak değil, başlarından geçmiş olması muhtemel hikâyeleri yazmaktır. Yazdıklarının hakikate ne kadar uyduğu da önemli değildir aslında, amaç gazetenin satışını artırmaktır. Ama Evrim, kayıp kadınların hayatlarına kendini kaptırır, onların yakınlarına, eski sevgililerine ulaşır, daha önce hiç bilmediği mekânların kapılarını aralar, farklı insanlarla ve kendine yabancı sandığı duygularla tanışır. Kayıpların izini sürdükçe iç dünyasındaki dengeler altüst olur, zaten tutunmakta zorlandığı dış dünya ile ilişkisi giderek belirsizleşir ve varlığı bir muammaya dönüşür...
Eflatun Koza, eflatun, mor, leylak ve erguvaninin bütün ton ve zenginlikleriyle bezenmiş, çok lezzetli ama insanı sonradan çarpan, tekinsiz bir kokteyl gibi. Ustaca yazılması dışında, son satırına kadar -anlatıcısı da dahil- içindeki hiçbir şeyden emin olamadığınız bir roman. Oysa olayları ve kişileri, roman kahramanının bakış açısıyla birinci tekil şahıstan okuyorsak anlatanla özdeşleşmek, ona inanmak isteriz değil mi? Anlatanın sözüne güvenir, ne derse benimser, aramızdaki mesafeyi yok eder, teslim oluruz. Ancak
Eflatun Koza'nın yaşattığı deneyim, mevcut duruma henüz alışmışken insanı yeni açmazlarla karşı karşıya bırakan, ikili deliliğin içine alıveren bir sevgililik haline benziyor. Cahide Birgül, anlatıcının algısıyla yazarın söz aldığı yerlerin sürekli değiştiği, bir bilinmezin, tahmin edilmezin kuyusunda bırakıyor okurunu. Çizdiği resimde dış çizgilerini koyulttuğu, içini boyadığı, ışık kattığı, can verdiği kişilerin iç dünyalarına ilişkin büyük değişimleri basit bir yüz ifadesi, ufak bir müdahale, anlamlı bir suskunluk ve benzersiz bir ayrıntı zenginliğiyle anlatıyor.
PATRICIA HIGHSMITH GİBİ
Patricia Highsmith "suçluların psikopatolojisini çizen büyük haritacılardan biri"yse, Cahide Birgül de, okurunu büyük bir heyecanla dönüşü olmayan tekinsiz bir âleme sürükleyen bir ürperti ustası, bir büyücü. Doğuştan kaybeden, tutunamayan, canı yanarak yaşayan bireyin yazarı. "İyi bir terzi, tek bir teyel bırakmaz kumaşın üzerinde. Bunu, küçücük bir çocukken öğrendim ben. Hem de öyle bir öğrendim ki yerimde kim olsa bir daha asla unutmaz. Teyelleri söker, anneme uzatırdım elbiseleri. O da dikkatle kontrol ederdi. Önceleri çok atlardım. Ne kadar özenirsem özeneyim kumaşın bir yerinde teyel kalırdı mutlaka. Annem kalan teyelleri bana gösterir, sonra kaç tane olduğunu sayar, ardından da hiç sesini çıkarmadan bir toplu iğne alırdı dikiş kutusundan... Olacakları bilir, direnmeden elimi uzatırdım. Kumaşın üzerinde kalan her teyel için bir iğne. Annem, düzgünce, sanki dikiş diker gibi batırır çıkarırdı iğneyi elimin üzerine..." Eflatun Koza, yazıldığı kadar hassas bir okumayı gerektiriyor. Aksi durumda iğneler batmaz belki elinize, sözcükler örümcek ağı gibi üstünüze üstünüze gelmez belki ama ürpereceğiniz, hüzünleneceğiniz, canınızın yanacağı kesin. Gerçekliğinin paramparça olduğu bir hikâyeyi insanın böğründe bırakıveren, okurunu ikili deliliğin içine çekip alan, baş karakteri Evrim'e, annesinin tahta terzi mankenine "Söylesene Zarife, ben neden hep üçüncü oluyorum?" diye sorduran Cahide Birgül, benim dünya ahret yazarlarımdan biri.