O gün, diğer günlerden farklı başlamamıştı. Yine bahar, yine Mayıs, yine İstanbul sokaklarıydı hayat… Sonra şehre kesif bir koku sindiğini hissetti. Beklemiş et ve hatta ceset kokusu gibiydi. Hâlbuki bu şehir uzun senelerdir kötü kokmuyordu. İşçiler eylemdeydi de haftalardır çöpler mi toplanmamıştı? Hayır, etraf gayet temizdi. Peki, koku neydi?
Aşırı akıllı telefonunu çıkardı, sosyal medyayı açtı. 'Taymlayn'ında akanları görünce gözlerine inanamadı. Sorgusundan sual olunmayacak 140 karakterli kutsal metinlerde iç savaş naraları atılıyordu. İnsanlar ölmüş, polis ve asker sokaklarda dehşet saçmış, kan gövdeyi götürüyordu.
Yorumsuz paylaşılan fotoğraflardaki şiddetli yorumlardan kan beynine sıçrıyordu. Çocuklar öldürülmüş, kadınların üzerinden TOMA'lar geçmiş, polis zehirli sıvı ve gaz kullanmış, hedef göstermeden sokağa çıkan herkese zarar veriliyordu.
Halk galeyana gelmiş sokaktaydı. Milyonlarca kişi yürüyordu. 48 saat daha eylem devam ederse hükümet düşecekti.
Sonra Mehmet Ali Alabora'nın tıvitini gördü, insanlara zulmediliyordu. Televizyonlardan, dizilerden tanıyordu bu oyuncuyu. Paylaştığı fotoğraflar, RT ettiği tıvitler feciydi. O paylaştığına göre gerçekti de… Hem sadece o da değil, Levent Üzümcü'nün yazdıklarına ne demeli? Gonca Vuslateri, Can Bonomo, Ayşenur Yazıcı, Fatih Portakal gibi isimler de bir sürü paylaşım yaptı, yorumda bulundu. Oyuncu, yönetmen, senaristlerin çoğu da sokaktaymış. Bunca sanatçı yaşan söylüyor olamazdı.
Yoksa!
Olabilir miydi?
Hüsnü zan etmek istiyordu. Yalan değil de abartı olabilirdi. Zira sonra baktı ki sosyal medyadaki iddiaların tamamı yalandı. Kimsenin üzerinden TOMA geçmemiş, polis biber gazından başka bir şey sıkmamış, plastik mermi dışında kullanılan mühimmat yoktu.
Peki, neydi bu senaryo?
Kim yazıyordu?
Milyonların gözünü diktiği bunca insan nasıl olur da böylesine düşüncesizce paylaşım ve yorumlarda bulunabiliyordu? Planlı bir şeylerin aktörü oldukları düşüncesine varamıyordu bile. En iyi niyetiyle düşünüyor, kendini bilmez 'ünlü'lerin pervasızlığı olarak yorumluyordu.
Fekat bu kışkırtmalar ile büyüyen olaylarda yaralananlar oldu, çeşitli kazalar ve saldırılarda ölenler oldu. Bunun hesabını kim verecekti?
Günler sonra bir başka haber daha duydu. Kabataş'ta başörtülü bir kadına saldırı olmuş, genç kadın yaralanmıştı. Tacize de uğramıştı.
Delili var mıydı? Neyin delili isteniyordu? Tacize uğradığı için insan içine çıkamayan, günlerce ağlayan, yüzünü hep gizleyen bir kadından neyin delili isteniyordu? Bugüne kadar tacize uğrayan kaç kadından delil istenmişti? Bu tavrın, kocasından şiddet gören birine mahkemede hâkimin, "aile arasında olur böyle şeyler" gibi fütursuz yaklaşımından ne farkı var.
Birileri görüntü olduğundan bahsetmiş de görüntü bir türlü ortaya çıkmamış.
Ee, ne olmuş! Tacize uğrayan kadın mı iddia etti görüntü olduğunu? Birileri görüntü var demeseydi, neye dayanarak yalanlayacaktınız? Neden mağdurenin beyanı çöpe atılıyor? Kim, kendinde bu hakkı nasıl buluyor?
İtiraf mı bekliyordunuz? Kimden? Günlerce sokakları yakıp yıkan ve o genç kadına o muameleyi reva görecek kişilerden mi? Ya da nasıl bir delil vicdanınızı harekete geçirirdi?
Mesela 2003'te Mardin'de şehrin önde gelen isimleri tarafından tecavüze uğrayan N.Ç.'den kim, nasıl bir delil istendi? İfadesi doğrultusunda soruşturma yürütülüp, sonuca ulaşılmadı mı?
Sussa mıydı o kadın. Birçoklarının cesaret edemediği, korktuğu için mağduriyetini içine attığı gibi kimseye bir şey söylememeli miydi? Bu muydu sizin kadın hassasiyetiniz? Böylesi hassas bir meselede, tacize uğramış şahıstan delil istemek kadar seviyesiz bir yaklaşım olabilir mi? Delili bulacak olan merciler başkadır.
Bir de bu meseleyi haber yapanlara yönelik linç girişimi var…
-"Görüntüyü izledim" diyen birkaç kişi dışında- Bu konuyu haberleştirenlere yönelik tavır da ayrı bir vicdansızlık. Bir beyandan yola çıkarak, iddiaları ortaya koymuş, röportajını yapmış ve haberini neşretmiş. Aksi bir bulguya rastlamadıkça daha ne bekliyorsunuz? İddia eden kişi haberin sahibi değil ki? İddia sahibine inanmak da kabahat değil. Deliller aksini göstermedikçe, doktor raporu ve beyan esas olmalı. Bundan öte ne arasınız ki?
Daha geçtiğimiz günlerden Özgecan Arslan da tecavüze uğrayıp katledilmedi mi? Mesela; Özgecan öldürülmeseydi, ondan da delil isteyecek miydiniz? İnanmazdınız değil mi?
Ya da seneler önce İstanbul'da bir adada tecavüze uğrayan oyuncu (ismini yine de vermeyeyim), feryat ettiğinde, başlarda ismini vermek istemediğinde ondan da delil istediniz mi? Ve şimdi 'Kabataş Yalanı' hezeyanını dillendirenlerin çoğu o kadını deşifre edecek derecede pornografik haberler yapmadı mı?
Kime, ne anlatıyorsunuz? 'Cemaziyel evvel' der eskiler, ışık vermiyor ki vicdanlı tavır bekleyelim…
Kabataş'ta yaşananlara bir türlü inanamadığınız için (inanmak istememek gayet insani ama edepsizce reddetmek başka), o kadına inanan başörtülü yazarlara demediğinizi bırakmadınız. Bu mu sizin insanlığınız?
Ve bir sinemacı olarak içimi en çok acıtan mesele de şu ki; toplumun sözüne en çok itibar ettiği kitlelerden biri olan 'sanatçılar' (ki, birçoğunun sanatçılığı tartışılır), Gezi'den beri her türlü provokasyonun ön safında yer aldı. Sanatçı duyarlılığı olan bazıları galeyana geldiğini anladı geri adım attı, kimileri daha baştan meseleyi çözdüğü için hiç kışkırtmaya gelmedi ve kimseyi de kışkırtmadı ama çoğunluk, sınıfsal bir hareketlilik (kendileri öyle tabir ediyor, esasında sürü psikolojisi de diyebiliriz), ötekileştirici bir dil ve bir adım sonrasını göremeyecek ferasetsizlikle yol aldı.
Şimdi başa dönüp, sonuçlandıralım…
O gün, diğer günlerden farklı başlamamıştı. Yine bahar, yine Mayıs, yine İstanbul sokaklarıydı hayat… Sonra şehre kesif bir koku sindiğini hissetti. Kalbin yanığı gibi bir şeydi. Ölümdü, zulümdü; ruhun ölümü, kelimenin dönümüydü… Sahipsiz paragraflardaki başıboş ifadelerin 140'ının yan yana gelişinin dünyayı kararttığına müşahitti… Sene geçmişti… Seneler geçse de değişecek bir şey yoktu…
Yine bahardı, insan ardı…
Dillerindeki kabalığa alışkındı da vicdanlardaki taşın bu denli sert olduğuna yeni kâni oluyordu…
#DilinizKABAvicdanınızTAŞ