İhsan Oktay Anar, ilk romanı
Puslu Kıtalar Atlası'nın bir yerinde kahramanı Uzun İhsan'a "Dünya bir düştür. Dünya bir masaldır," dedirtir. Anar, ilk romanından bu yana her kitabıyla dünyayı yeni baştan kuruyor; var olan tarihten yeni masallar üretiyor. Aynı
Kitab-ül Hiyel'de de söylendiği gibi 'Gerçekleşmiş bir hayal olan dünyayı örnek alıp, onu ve üslubunu taklid ederek yeni hayaller' kuruyor. Anar okurları, onun yeni 'hayal dünyası'nı okumak için son romanı
Suskunlar'ın yayınlandığı 2007'den beri bekliyordu. Neyse ki bekleyiş sona eriyor. Yazarın yeni romanı
Yedinci Gün, 3 Eylül'de, İletişim Yayınları etiketiyle piyasada olacak. Peki, yeni romanında neler var? Bu kez yüzeydeki ana hikaye -adı verilmese de- 2. Abdülhamid dönemi İstanbulu'nda geçiyor. Her zamanki gibi Anar'a özgü, Osmanlı minyatürlerini andıran çok çeşitli tiplemelerle karşılaştığımız uzun bir turun ardından, asıl kahraman olan İhsan Sait'e yoğunlaşıyoruz. Evet, bu romanın da ana kahramanı İhsan adını taşıyor. Son derece zeki ve kurnaz biri olan İhsan Sait, kısa zamanda talihinin de yardımıyla küçük bir servete sahip olduktan sonra, yolu tesadüfen, sonradan imanı seçen, ancak asıl olarak bilim âşığı bir paşazadeyle kesişiyor. Paşazade'nin bir tür camiyle bir tür radyo istasyonu arası tuhaf mekanını ele geçiren İhsan Sait'in asıl macerası ise gelecekten kendisine gönderilen bir aşk mektubuna iliştirilmiş fotoğraftaki Prenses Döjira adlı gizemli bir kadına âşık olmasıyla başlıyor. Kahramanımız, aşkına kavuşabilmenin tek yolu olan, mektubun ekinde planları bulunan, tuhaf aletin yapımı için zorlu bir maceraya girişiyor. Bu arada yolu sık sık kendisinin oğlu olduğunu iddia eden, kendisininse zerre kadar ilgilenmediği Ali İhsan adlı saf ve temiz bir gençle de kesişiyor. Romanın 1930'larda geçen son bölümünde ise İdris Amil adlı yeni bir karakter daha çıkıyor karşımıza. Evet, gördüğünüz gibi
Yedinci Gün'de de yine İhsan Oktay Anar'ın kendine has masal ve söylentivari diliyle biçimlenen, tarihin içinden kopup da gelmiş hem çok tanıdık hem de çok farklı bir İstanbulla ve çok sayıda renkli tiplemeyle karşılaşıyoruz. Ve yine okurlarının aşina olduğu tuhaf icatlardan biri daha var bu romanda. Anar, bu kez havacılığa merak sarıyor ve İhsan Sait'e gelecekteki sevgilisiyle kavuşabilmesi için bir tür zeplin inşa ettiriyor. İhsan Sait'in bir tür zaman yolculuğuna çıkmasına da yardımcı olacak özel bir düzenleme eşliğinde... Romanın görünürdeki hikayesi bu olsa da, bilindiği gibi Anar'ın romanlarında hep 'bir ben vardır bende, benden içeri' misali, birden fazla katman yer alır. Görünen hikayenin ardında saklı duran çok güçlü bir ya da birden fazla hikayenin aktığını ve romanın asıl kimliğini oluşturduğunu görürsünüz.
Yedinci Gün'ün bütününde de asıl olarak, adından da anlayabileceğiniz gibi, alemlerin ve insanın yaradılış efsanesi anlatılıyor. Şeytana kanan insanın cennetten kovulmasıyla başlayan macerasının dünya tarihi boyunca gelişimini hızla seriyor gözünüzün önüne. Öte yandan üç ana bölümden oluşan romanın Baba, Oğul, Hayalet adları verilen bölüm başlıkları da bir diğer ipucunu veriyor bize. Farklı bir okumayla, kendi bencilce zevklerinin peşine düşmüş baba İhsan Sait'i Osmanlı İmparatorluğu'nun, ilgilenmeyip savaşlarda yok olmasına göz yumduğu oğlu Ali İhsan'ı yıkılmakta olan İmparatorluğun halkının ve kısa bir zaman yolculuğu sonrası 1930'larda karşılaştığımız Osmanlı'nın hayaletini ise yeni oluşturulmaya çalışılan Türk milliyetçiliğinin, İdris Amil'i de merkezdeki tipik Türk insanının yerine koyduğumuzda, karşımıza bambaşka bir hikaye daha çıkıyor. Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte, Osmanlı'dan kalan hayaletten, ideal ve mükemmel bir Türk kimliğinin yaratılma çabasının bir tür parodisini okuyoruz. İhsan Sait'in yani bir diğer okumayla Osmanlı'nın kavuşmaya çalıştığı, gelecekte bekleyen Prenses Döjira'nın neyi simgelediğini ise size bırakıyorum.
KADIN KARAKTER PEK YOK
Tipik bir Anar anlatımı olarak bu romanda da sayılı, birkaç yan karakter dışında öne çıkan bir kadın karakter yok. Anar, tek bir türle sınırlandırılamayacak yazarlardan. Zamanı çizgiselden çok dairesel algılayan, sonsuzluğa uzanan, sonuç olarak zaman kavramını yeniden yorumlayan bir felsefeye dayalı, özel bir anlatım biçimine sahip. Onun için söylenebilecek en doğru tanım kuşkusuz kendine has düşsel dünyalar kurduğu... 'Bizim Borges'imiz' desem yanlış mı söylerim bilmiyorum ama en azından onun kendisini nasıl tanımladığını biliyorum. 2001 tarihli, nadir verdiği röportajlardan biri olan Cumhuriyet röportajında şöyle diyor; "Ben bir 'joker'im, yani 'şakacı'yım..."
KİTAPTAN (Sayfa 66-68.)
"İçerisi ara sıra cızırdayan elektrikli birkaç ark lambasıyla az da olsa aydınlatılmıştı. 30 adam yüksekliğindeki ahşap tavanın sağında, her ne kadar isten kararmış olsa da "Allâh" lâfzı, solunda ise silinmeye yüz tutmuş "Muhammed" ismi yazılı olduğuna bakılırsa burası câmii gibi bir mübârek mekân olmalıydı, ama kelepçelenip demet hâline getirildikten sonra yirmisi otuzu duvarlara rapt edilmiş ve metrelerce uzanan elektrik kablolarına ne buyurulurdu? Zemin halılarla kaplıydı, üstelik her biri bir vakitler su içinde 300 lira edecek kıymetli halılardı bunlar, ancak şimdi kısmen ya da tamamen yanmış, üzerlerine kapkara makina yağı dökülmüş, sökülmüş, delinmiş, eprimiş, hebâ ve mahvolmuşlardı. Bunda, tez zamanda aktarılması gereken çatıdan akan yağmur sızıntısının da payı elbette yok değildi. Kapkalın ahşap kirişlerine, guruldayan ve ara sıra patır patır kanat çırpan güvercinlerin yuva yaptığı çatıdan gelen yağmur, sağ ve sol duvarlardaki Kâbe ve Mescid-i Âksa tasvîrlerini de berbat etmiş, küf içinde bırakmıştı. Tavan ve duvarlardaki ince bezemeler de bakımsızlıktan ve ihmâlden nasîplerini almışlardı. Birkaç ayrı yerde, kazma, kürek, balta ve kancalarla birlikte, nicedir değiştirilmediği için metan gazı kabarcıklarının yükseldiği ve rengi artık yeşile çalan su ile dolu yangın kovaları vardı. Tavandan tâ zemine sarkıp sürtünen bilek kalınlığında bir kablonun, naklettiği şiddetli elektrik cereyânı neticesinde, tuzağa düşmüş çılgın bir ejderha gibi, değdiği yerde elektrikî kıvılcımlar saça saça sağa sola, oraya buraya savrulduğunu gören İhsan Sait, yangına karşı neden bu kadar çok tedbir alındığını anladı. Bütün elektrikî tâkat, buhar makinesinin döndürdüğü, dökme demirden koskoca bir münevvebe tarafından elde ediliyordu. Ağzı bir karış açık olduğu hâlde sağı solu temâşâ eden İhsan Sait, kalayla kaplı bakırdan mamûl, yirmişer adam boyunda tam altı adet pırıl pırıl devâsâ meksefe gördü. Bu hayreti mûcip âlâttan hangisine bakacağını bilemediği için hiçbirini seçip doğru dürüst inceleyemiyordu: Kâh parmak kâh ibrişim kalınlığında bakır kablo veya tellerden yapılma dev bobinler, petek bobinler, ortalarındaki demir nüve ancak bir bucurgatla döndürülüp mühtezleri ayarlanabilecek daha büyük bobinler, parlak pirinç sürgülü reostalar ve sâbit mukâvemetler, maun kaplı kumanda levhalarında ibreleri kıpırdaşan ampermetreler, voltmetreler, şalterler, mütehavvil meksefeler, açık ve kapalı şalterler ve sâir edevât! Kablolardan ve bütün bu techîzâttan bir vınlama işitiliyor, ayrıca buhar makinesinin pistonu gidip geldikçe zemin sarsılıyordu. Etraf, bakır kabloları lehimlerken ateş kadar sıcak havyanın batırıldığı nişadırdan tüten buğudan, bobin tellerini kâğıtla tecritte kullanılan harârete mâruz kalmış Arap zamkının keskin kokusundan, buhar kazanından gelen is, kurum ve dumandan geçilmiyordu. Fakat İhsan Sait o anda, daha önce hiç görmediği bir tür lamba gördü. Bunlar krom kaplı kâidelere oturtulmuş on iki koskoca parlak lambaydı ve pek az ışık veriyorlar ama şiddetli bir ısı neşrediyorlardı. Hattâ camları çatlamasın diye bazıları yağ dolu fanuslarda muhâfaza ediliyordu. Her birinin altından hepsi de parmak kalınlığında en az beş kablo çıkıyor ve bu uğursuz mekânın muhtelif yerlerine doğru uzanıyordu. İhsan Sait bunların ne işe yaradığını anlayamadı. Ama burası hiç de tekin değildi. Eli beline gitti ve silâhını çıkardı. Kamburu işte o sırada gördü."