Metrobüs durağına doğru yürürken söylenmeye başlıyor: "Bunun adı fuar değil panayır olmalı. Dünyanın her yerinde kitap fuarlarına katıldım; böyle semt pazarı gibi fuar görmedim." Bir bakıma haklı... Kitap fuarları genellikle yayıncılık sektöründe çalışanların buluştuğu, sorunların ve gelişmelerin tartışıldığı, perakende satışlardan ziyade daha kapsamlı anlaşmaların yapıldığı yerlerdir. Ama arkadaşımı kızdırmak hoşuma gidiyor.
"Yahu sen değil misin 'her şeyimiz bize özgü olmalı' diyen? Kitap fuarının bize özgü olmasından neden rahatsız oluyorsun?
Okurlar yazarlarla buluşuyor, imza günleri söyleşiler yapılıyor, ucuza kitap alınıyor, fena mı yani?" "Ucuz mu dedin?" Kahkahayı basıyor.
"Senin dünyadan haberin yok dostum. Yayınevleri fuar için özel indirimler yapıyor sanıyorsun. İndirim değil, bilakis bindirim yapıyorlar." "Yahu ne menfi bir adamsın! Alan razı, satan razı; sana ne oluyor?" Avcılar'da inip aktarma yapmamız gerekiyor.
Metrobüsün kapıları açılınca bir koşturmaca başlıyor ve avcı-toplayıcı toplum devrine dönüyoruz. Ancak 20 dakika kadar sonra duruma uyum sağlayıp gelen beşinci metrobüste kendimize yer açıyoruz.
Arkadaşım konuşmaya devam ediyor:
"Adamların gücünü görüyor musun?
Allem ettiler, kallem ettiler, metrobüsün son durağını TÜYAP'a kadar uzatmayı becerdiler." Bu iddia bana tutarsız geliyor.
"Fena mı oldu yani? Trafikten korktukları için fuara gelmezdi insanlar. Belediye sağolsun, şimdi rahat rahat geliyoruz." "İyi de... Mahallelerine hat koydurmak için çırpınan ama seslerini duyuramayan garibanların suçu ne? Yol yapılması için ille de kitap fuarı mı düzenlemek lazım." "Yahu kardeşim" diyorum dayanamayıp, "TÜYAP dediğimiz şey kitap fuarından ibaret değil. Bunun iş makinesi var, beyaz eşyası var, mobilyası var, yatı var, katı var. Burada her hafta fuar oluyor; yüzbinlerce vatandaş geliyor. Kaldı ki hat üzerinde mahalleleri, evleri olan çok sayıda insan var. Belediye açısından son derece anlamlı ve karlı bir yatırım. Yoksa üç beş kişi baskı yaptı diye bir dağ başına metrobüs götürülmüş değil." "Belli belli, sen de onların adamı olmuşsun" deyip somurtuyor.
Son durakta inip fuar alanına doğru ilerliyoruz. Ezilmemek ve kaybolmamak için birbirimizi kollayarak içeriye giriyoruz.
Takılmadan edemiyorum: "Bak insanlar fuara girmek için birbirlerinin üstüne çıkıyorlar. Demek ki senin gibi düşünmüyorlar.
Her yıl daha fazla insan geliyor buraya." Gerçekten de birkaç gün sonra katılım raporu açıklanıyor ve fuarın yeni bir katılım rekoru kırdığı ortaya çıkıyor.
Girişte yılın onur yazarının kim olduğunu gösteren bir afiş çarpıyor gözümüze.
Bana dönüp "Peki buna ne diyeceksin" diye soruyor. "Adamlar 1987'den beri her yıl 'onur yazarı' seçiyorlar. Bu yazarların bir tanesi bile sağcı, muhafazakar, milliyetçi ya da dindar değil." Gerçekten öyle mi diye merak ediyorum.
İnternetten onur yazarlarının listesini bulup inceliyoruz. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Nadir Nadi, Turhan Selçuk, Aziz Nesin, Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Adalet Ağaoğlu, İlhan Selçuk, Peride Celal, Vedat Günyolu, Fethi Naci, Server Tanilli, Şükran Kurdakul, Semih Balcıoğlu, İlhan Berk, Tahsin Yücel, Gülten Akın, Vüs'at O. Bener, Doğan Hızlan, Metin And, Füruzan, Cevat Çapan, Doğan Kuban, Ferit Edgü, Gülten Dayıoğlu, Taner Timur, Atilla Dorsay, Tan Oral, İoanna Kuçuradi...
Arkadaşım devam ediyor: "Türkiye'de bunlar kadar yetkin, bunlar kadar velud, bunlar kadar çok okunan sağcı ya da muhafazakar yazar yok mu? Elbette var. Hem de çok sayıda. Ama bunlar yalnızca kendi mahallelerinden insanları seçiyorlar. Lafa gelince de 'kutuplaşıyoruz, bölünüyoruz, dışlanıyoruz' diye ağlıyorlar." "Kim bunlar" diye soruyorum.
"Bilmiyor musun" diye yanıtlıyor beni. "Türkiye Yayıncılar Birliği... Kitap Fuarları Danışma Kurulu diye bir heyet oluşturmuşlar. Kankalarını cilalayıp parlatıyorlar." Listede elbette değerli edebiyatçılar var ama hemen hepsinin belli bir dünya görüşünü paylaşması, söyleyiş biçimine katılmasam da, arkadaşımı haklı çıkarıyor.
Üstelik bu torpil algoritmasının etkisi satış yapılan salonlarda da hissediliyor. Girişteki güzel tezgahlar belli başlı yayınevleri tarafından kapılmış. 'Öteki' camiaların yayınevleri genellikle arkalara, kuytu köşelere tıkıştırılmış.
Türkiye'deki en eski ve büyük yayınevlerinden birinin yönetim kurulu başkanı olan ortak arkadaşımızı ziyaret edip dağılımın neye göre yapıldığını soruyoruz. "İlişkiler" diyerek yanıtlıyor bizi. "Bakınız, İletişim Yayınları her iki salonun birden girişini kapatmış. Ben de bu yıl iki farklı salonda stant açmak istedim fakat mümkün olmadı. Geç kalmıştım." "Parasıyla değil mi canım" diyoruz.
"Her şey para değil" deyip gülüyor. Üstelik o sırada öğreniyoruz ki kiralar el yakıyor.
"Serbest piyasa kardeşim" diye lafa karışıyor bizimki. "Ama sadece parayı bayılırken serbest, yer ya da onur yazarı seçerken değil." Yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyorum.
"İyi ama kardeşim" diyorum. "Fuara sizin camianın yayınevleri de katılmış. Bu adaletsizlikten rahatsız olsalar protesto etmeleri gerekmez miydi? Demek ki bir şekilde onların da işine geliyor burada olmak." "Onlar dolgu malzemesi" diye atarlanıyor dostumuz. "Ortak bir bilince sahip olmaktan çok uzaklar. Kültürel iktidar onları esir almış." 'Dolgu malzemesi' lafına yayıncı arkadaşımız itiraz ediyor. Yıllar içerisinde satışların nasıl arttığını rakamlarla anlatıp fuara katılma gerekçelerini açıklıyor.
Bana da yol arkadaşımın sonu gelmek bilmeyen bu yakınmalarından gına geliyor.
Dayanamayıp kızıyorum:
"Yahu kardeşim! Diyanet onlarca yıldır Kocatepe'de ve Sultanahmet'te fuar düzenliyor. Ne büyüyor ne küçülüyor.
Türkiye Basım Yayın Meslek Birliği CNR'da fuar düzenlemeye başladı ama henüz emekleme aşamasında. Yıllardır İstanbul'un Anadolu yakasındaki okurlar için de bir fuar düzenlemek lazım diye konuşup duruyorsunuz ama başaramadınız.
Sizin imkanlarınız bunlardan az mı?
Değil! Ama adamlar iş üretirken sen laf üretiyorsun. Adamlar uluslararası hale geldiler, siz yerel olmayı bile başaramadınız.
İş eleştirmeye gelince de şampiyonluğu kimseye bırakmıyorsunuz. Becerebiliyorsanız daha iyisini siz yapın. Ağlayıp sızlanmayı bırakın." Daha konuşacağım ama arkadaşım sözümü kesiyor.
"O değil de üstad" diyor. "Eskiden Türk Tarih Kurumu da burada tezgah açardı. Tuğla gibi kitapları yok pahasına satardı. Çuval çuval yüklenip giderdik. O da gidince buranın tadı kalmadı." Kitapları birçok dile çevriliyor, dünyanın dört bir yanında hayran kitleleri oluşuyor. Her biri dizilere, filmlere konu oluyor.
Bizden de Ahmet Ümit'in Komiser Nevzat'ı, Celil Oker'in dedektifi Remzi Ünal, Türk polisiyesine damgasını vurmuştur. Osmanlı hafiyesi Amanvermez Avni'yi de anmadan geçmek olmaz.
ESKİ BİR SAVAŞ GAZİSİ
Kara Hafta Festivali'nin konuklarından İngiliz Philip Kerr, konuşur gibi yazan dahi bir polisiye romancısı.
Dedektifi Bernie Günther'le 1989'da ortaya çıktığında kimse böyle bir şeyi tahmin etmiyordu.
Zaten bunu kendisi de itiraf ediyor.
2. Dünya Savaşı yıllarındaki Nazi Almanyası'nda yaşayan eski bir savaş gazisi kahramanımızın, polislikten ayrılıp dedektif olmasıyla başlayan serüvenini ekim ayındaki kitap ekinde ayrıntılarıyla anlatmıştım.
Arka arkaya üç kitaplık seriden sonra 15 yıl ara veren Philip Kerr, dönüp sekiz kitap daha yazdı. Dedektif Günther'i, Berlin'den Ukrayna Cephesi'ne, 1. Dünya Savaşı'nın Türk Cephesi'nden Kahire'ye, savaş sonrası Münih ve Viyana'ya, Polonya'ya, Arjantin'e, Sovyet esir kamplarına, ABD'deki askeri üslere kadar her yere gönderdi. Arka planda gerçek isimler vardı ve tarihi bir filmin içinde gezinti yapar gibi okurları serüvenden serüvene sürükledi.
New York Times gazetesindeki kitap eleştirisinde, "Günün birinde II. Dünya Savaşı sona erecek ve o gün geldiğinde Bernie Günther olmadan ne yapacağız bilmiyorum? Yüreğim dayanmıyor" diye hayıflanılması boşuna değil. Bernie Günther artık Hercule Poirot gibi Sherlock Holmes gibi bir simge olmuştur.
Ünlü dedektifle bizi tanıştıran Alfa Yayınları iki yıl içinde seriyi tamamladı ve son kitap da raflarda yerini aldı. Sessizliğin Öte Yakası'nda dedektifimiz sahte bir isimle Fransa'da bir otelde karşımıza çıkıyor.
Yıl 1956.
"Bernie sahte isimle Grand Hotel'de herkesin gözü önünde saklanmaktadır.
Siyah ceketi ve kendisine hiç yakışmayan hizmet etmeye hevesli adam maskesiyle otelin kapıcısıdır:
Günleri ve geceleri sarhoşları odalarına taşımak, fahişeleri otelden uzak tutmaya çabalamak ve aşırı zengin müşterilerin manasız sorularını cevaplamakla geçer.
Yemek rezervasyonu yaptırmak ya da briçte eksik oyuncu için başvuracağınız adam odur: Somersat Maugham'ın evi olan Villa Mauresque'de hemen her akşam oynanan briç oyununa dördüncü oyuncu olarak katılacak biri. Ama Maugham'ın ihtiyacı sadece bir briç ortağı değildir.
Profesyonel yardıma ihtiyacı vardır, çünkü sıra dışı yaşam tarzı belki de bir zamanlar İngiliz istihbaratına çalışmış olması yüzünden kendisine şantaj yapılmaktadır." Philip Kerr bu kez hikayesini, Soğuk Savaş döneminde arka arkaya ihanetlerle sarsılan İngiliz Casusluk teşkilatı MI5'ın etrafında kuruyor.
Dedektifimiz, ünlü casus romancısı John Le Carre'ye de selam göndererek o günlerin gerçek köstebekleri olan ve Cambridge Beşlisi diye anılan ünlü casusların peşine düşüyor.
Onlar, İngiltere'nin en saygın eğitim kurumlarında okuyup, istihbarat ve diplomasi gibi en stratejik alanlarda üst düzey devlet görevine geldiler.
Cambridge Beşlisi'nin yıldızı Kim Philby'di. Anthony Blunt, Guy Burgess ve Donald MacLean da diğer aslar. Beşinci adamın kimliği ise hâlâ tartışılır. Hepsi de genç yaşlarındayken 1930'lu yıllarda Sovyet saflarına katılıp komünizm için çalıştılar.
Philby MI5'ta ikinci adamlığı kadar yükseldikten sonra diğerleri gibi deşifre olup Rusya'ya kaçtı.
İşte Bernie Günther onlarla hesaplaşıyor son serüveninde. Son demek ne kadar doğru bilmiyorum, Philip Kerr her an bir sürpriz yapıp dedektifi yeniden uyandırabilir. Hatta Kerr'in bir Türk gazetecisine "Bernie Günther İstanbul'a gelirse şaşırmam" demesini de hayra yoralım...
YERDE KARŞINIZA ÇIKABİLİR...
Sessiz Alev: Almanya'dan kaçmak zorunda kalan Bernie Günther Buenos Aires'te de geçmişinden kurtulamayacaktır.
Genç bir kız vahşice öldürülmüş katili bulunamamıştır. Fakat Bernie katilin kim olduğunu araştırırken Arjantin'in büyük sırlarına vâkıf olacaktır.
Ölüler Dirilmezse: Berlin 1936. Bernie Günther, meşhur Adlon Hotel'de dedektif olarak çalışmaktadır. İki ceset bulunur ve Bernie otel misafirlerinden bazılarının hayatına geri alınmaz biçimde girer.