Türkiye'de modernleşme pozitivist bir eğilimle başladı. Pozitivizm sadece pozitif bilimlerin yüceltilmesi değildir. Ondan çok daha fazlasıdır. Gene de pozitif bilimlerin somut, maddeci dünya görüşü, Batı'nın 17. yüzyıldan sonra içine girdiği anlayış bizdeki büyük dönüşümü de doğrudan belirledi. Osmanlı-Cumhuriyet dönüşümü bu bilim alanının izleğini sürdü. İlginçtir, bilhassa Cumhuriyet neredeyse tepeden tırnağa bir yeni toplum yaratır ve bunu kaçınılmaz olarak ideolojik endoktrinasyon üstünden sağlarken sosyal bilimleri o derecede önemsememiştir. Üstelik bu tutum iki büyük olguya rağmen değişmemiştir. 1933'te üniversite reformu yapılmış, özellikle Alman-Yahudi bilim adamları sosyal bilimleri Cumhuriyet öncesi düzeyinden alıp bambaşka bir evrene taşımıştır. Bu, sosyal bilimlerin Batılı zihniyet veya Batı eksenli, Batı yöntembilimi doğrultusundaki ilk dönüşümüydü. İkincisi ise gene erken Cumhuriyet döneminin antropoloji gibi bilimlere açılışı, onları keşif ve kendisine göre yeniden icat edişiydi. Buna tarih yazımının içine girdiği yeni anlayış ve metodolojiyi de ekleyebiliriz. Sonuç değişmez. Türkiye'de biraz da 1960 sonrasındaki siyasetin mühendisler eliyle ve bir 'mühendislik ideolojisi' etrafında yürütülmesinden, kalkınmacılığın muhafazakarlıkla özdeşleştirilmesinden kaynaklanan tesirlerle sosyal bilimler büyük kitlelerin uzak durduğu, kaçındığı bir alan olmuştur. Bu anlayış çok pratik ama kitleler üstünde çok etkili bir sonuç doğuruyordu. Aileler çocuklarının soyut bilimsel yönelim içine girmesine çoğu zaman sert bir şekilde müdahale ediyordu. Sosyal bilimler bu bakımdan da yıllar yılı ihmal edilen, geriye itilen bir alan niteliğini korudu. Nihayet Türkiye'deki sosyal bilimlerin yeni bir model etrafında toplumsal 'praksis'le bütünleşmesini sürekli olarak ertelemesi de bu kervana eklendi ve böylelikle bu saha insanların kendi kendilerine bir şey yaptıkları, hatta bilimsel bilgiden uzak da olabilecek, en fazlasından bir araştırma sahası olarak değerlendirildi. Neredeyse öyle tanımlandı. 2000'lerde bu çerçeve kırıldı. Sosyal bilimlerin o dönemde Batı'da, özellikle Amerika'da kazandığı yeni veçheler bu anlayışı ciddi biçimde değiştirdi. Fransız yapısalcılık sonrası düşüncenin devreye girmesi, bu düşüncenin doğrudan Fransa'da değil Amerikan üniversitelerinde benimsenip yeniden üretilmesi, Türkiye'deki yeni kuşakların, açılan vakıf üniversitelerinden mezun olup, yüksek lisans ve doktora yapmak üzere o okullara giden öğrenciler aracılığıyla tanınması yeni pozisyonlar üretti. Kültürel çalışmalar kavramı ve pratikleri, feminist çalışmalar, film çalışmaları, queer çalışmaları bu yeni oluşumun yeni alanlarıydı. Doğal olarak sosyal bilimler düşüncesi kökten değişmişti. Edward Said'in Oryantalizm kitabıyla birlikte doğan yeni çığır da bahsettiği 'yeni düşünce'nin doğuşunda önemli bir rol oynuyordu. Oysa bütün bunları yaşayan Türkiye'de sosyal bilimler sahasının epistemik meseleleri hakkında yayımlanan ciddi tek kitap Gülbenkyan Vakfı'nın hazırladığı Sosyal Bilimleri Açın isimli kitaptı ve yıl 2000'leri bulmuştu. Bugün çok daha farklı bir yerde durduğumuz muhakkak. Böyle bir noktaya nereden geldiğimizi, Türkiye'deki sosyal bilimler serüvenini iyi irdelememiz gerekiyor. Bu döküm ve çözümleme henüz yapılmadı. Yapılmadığı için de 1970'lerde, hatta 1960'larda Türkiye'de özellikle ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi çevresinde meydana gelen yeni sosyal bilimler oluşumu hakkında yeterince bilgiye sahip değiliz. Halbuki, 1960 ve 1970'lerin ne kadar önemli olduğunu şimdi Prof. İlhan Tekeli ile yapılmış çok ilginç bir 'söyleşiler' kitabını okuyunca görmek kabil. İlhan Tekeli, her ne kadar çeşitli kaynaklarda öncelikle kent planlamacısı olarak tanımlansa ve bu doğru olsa, aktif akademik öğretim sürecini bu alanda verdiği derslerle sürdürmüş olsa da, bugün, tüm yapıtları yayımlandıktan (Tarih Vakfı, 25 cilt) bu külliyatı oluşturan her bir cildin adını inceledikten sonra onu daha fazla bu alanda tanımlamak olanaksızlaşıyor. Bu yazıyı kaleme alırken baktığım Vikipedi'de çalışma alanlarına dönük bir tanım var. Orada Tekeli'nin şehir ve bölge planlama, planlama teorisi, makro coğrafya, göç coğrafyası ve politik davranış, Türkiye'deki yerel yönetimlerin teorisi ve tarihi, kentleşme ve kentsel politika, ekonomi politikası, Türkiye'nin ekonomi tarihi, kent ve toplum tarihi alanlarında çalıştığı belirtiliyor. Tümüyle doğru. Ne var ki, önemli eksikler barındıran bir 'doğru'(lama) bu.
BİR SOSYAL BİLİMCİ
Dolayısıyla, Tekeli'yi bugün en geniş manasında bir 'sosyal bilimci' olarak nitelendirmek çok daha doğru olacaktır. Bununla birlikte büyük bir çoğunluğunu çeşitli nedenlerle okuduğum külliyatı oluşturan metinler, Tekeli Hoca'yı bir düşünür, fakat kelimenin gerçek anlamında bir düşünür olarak görmemizi zorunlu kılıyor. Asıl değinmek istediğim ilk husus da bu. Fakat onu geniş bir parabol çizerek, elimizdeki kitabı irdeleyerek yapayım. Bu kitap, Tekeli'nin daha önce öğrencisi olmuş, şimdi öğretim üyeliği yapan Gazi Üniversitesi'nden bir grup kent planlamacı akademisyenin bir araya gelip hocalarıyla yaptıkları uzun ve geniş bir söyleşiden oluşuyor. Tekeli'nin toplu eserlerinin 26. cildi olarak yayımlanmış. Fakat söyleşi gelişigüzel konulardan oluşmuyor. Tersine, akademisyenler Tekeli'nin bu 25 cildini okumuşlar. Söyleşi o kitapların planlama ve kent planlamasıyla ilgili ciltlerinin belli konular etrafında birleştirilerek okunmasına dayanıyor. Bu konuları buraya dercetmek zorundayım. Tekeli'nin öncelikle bir kent bilimci ve düşünür olarak çalışma alanları konusunda da somut bir işarette bulunup, oradan bıraktığım noktaya döneceğim. Konular şöyle: Mekansal ve Toplumsal Olanın Bilgi Bilimi, Sosyal Sistemler, Planlama; Bölgesel Eşitsizlik ve Bölge Planlama; Gündelik Yaşam, Yaşam Kalitesi ve Yerellik Üzerine; Kentsel Rant, Konut ve Kent Planlama; Kentsel Dönüşüm; Kent içi Ulaşım Yazıları ve Kentsel Altyapı üzerine; Dünyada ve Türkiye'de Eğitim Sistemi ve Yükseköğretim: Şehir ve Bölge Planlama Eğitimi'. Bu başlıklara bakınca Tekeli'nin bir 'profesyonel' olduğunu düşünmemek için bir neden yok. Fakat, söylediğim gibi, söyleşi münhasıran bu konuları kapsayacak şekilde gerçekleştirilmiş. Bu bir. İkincisi, bu konular bile okununca Tekeli'nin sosyal bilimci ve düşünür yanı derhal öne çıkıyor. Tekeli'nin bir kent bilimci ve planlamacı olarak özelliği konuyu vurguladığım 'teknik' özelliklerinden soyutlamadan (bu zaten olanaksız) onu makro bir sosyal bilimler yaklaşımının değişkeni olarak ele alıyor. İlk bakışta doğal ve kendiliğinden gibi duran bu yaklaşım ayrıntısına inince anlaşılıyor ki, özel bir çabayı gereksinmektedir.
Hatta bu kaçınılmazdır. Sosyolojinin, siyaset biliminin, coğrafyanın ve geniş manasında teorinin verimleri olmaksızın bir kent konusunda düşünmek sadece teknik bir irdelemedir. Oysa Tekeli konuyu bağlamsallaştırarak ele aldığından hem o problemi farklı bir çözüme ulaştırma olanağını buluyor hem de o irdelemeden çıkarsamalar yaparak genel olarak bir 'zihin' problemi kurguluyor.
BÜYÜK BİR BİRİKİM
Bunu, kendim de bir sosyal bilimci olarak, çok önemsediğimi belirteyim. İşte, Tekeli'nin bu kitaba da yansıyan en önemli özelliği de bu şekilde biçimleniyor. Tekeli, kent-teori-toplumsallık zeminine oturttuğu problemlerini çözmek için kitapta belirtildiği üzere (s.1) bir 'eylem adamı' olarak çalışmaktan hiç kaçınmamış. Siyasal partilerde, yerel yönetimlerde, kurumlar, bilim kurullarında her düzeyde görev almış. Bu, Tekeli'nin bir sosyal bilimci olarak örgün kurumsal ilişkiler içinde bulunduğunu ve 1970'lerdeki paradigmayı daha çok bu yoldan giderek dönüştürdüğünü gösteren bir başka özelliği. Üçüncü özelliğini ise Tekeli'nin kitaptaki bir saptaması oluşturuyor, biraz da mühendislik eğitimi almış olmasından gelen bir
etkiyle Tekeli, çok önemli yapıtlar verdiği tarih alanında bulunmasını 'nostaljik' nedenlere bağlamıyor (s. 151). Bunlar somut yaklaşımların sonucu. O somut yaklaşım kent bilimci olarak iyi bir plan yapmak. Fakat bir sosyal bilimci olarak da belli bir metodoloji içinde belli bir problemi çözmek. O zaman karşımıza şöyle bir soru çıkıyor diyelim: Tekeli'nin çoğu Selim İlkin'le birlikte yazdığı tarihsel konuları ele alan, mesele Ege'de Kurtuluş Savaşı örgütlenmesi veya 1929 dünya ekonomik bunalımında Türkiye'deki iktisadi politika arayışları veya son anıtsal çalışması olan II. Dünya Savaşı niçin yazılıyor? Sorunun cevabı belli: Tekeli, o kitapları sadece belge ortaya koyarak belli 'kanıtlar' üretmek için değil, tersine, o belge/ sorunsal etrafında kalarak bir dizi birbirine bağlı çıkarsama yapmak, öylelikle çok daha geniş bir problem tanımlamak için yazıyor. Böylelikle bir yandan çözüm oluştururken bir yandan da farklı vektörleri olan bir problem (yumağı) ortaya getiriliyor. Dördüncü konuya değinirsem, bu kitapta verdiği cevaplarda da açıkça görüldüğü gibi, Tekeli, problemleri felsefileştirme konusunda büyük bir yeteneğe sahip. Büyük bir zihinsel, kültürel ve kuramsal birikimden söz ediyoruz. Bununla birlikte bütün sosyal bilimler yaklaşımına karşın Tekeli'nin özünde her konuyu bu niteliğiyle, bir felsefe problemi olarak konumlandırması, Türkiye'deki sosyal bilimler alanında çok ender görülen bir yöntemsel hatta özsel tutum. Kitabın, yer yer daha zorlaşan bölümlerine rağmen, altbaşlıkları ve bölümleriyle birlikte ele alınması ve muhakkak büyük bir dikkatle okunması gerekiyor. İçinde yaşadığımız çok sayıdaki sosyal sorunun ne kertede kent kökenli olduğunu anlamakla kalmayıp, bu şekilde, kent kökenli sorunların geniş sosyal bilimler alanındaki dağılımını ve felsefi temellerini de kavramış olacağız. Bugün, Türkiye'nin temel sorunu, siyasaldan ekonomiye, eğitimden tarihe kadar, kent boyutunda irdelenmelidir. Tekeli'nin üzerinde çok durduğu demokrasinin mekansallaşması döneminde bu gerçek daha da önem kazanıyor. Kaldı ki, ana meselemizi modernleşme diye de koyabiliriz ve Tekeli'nin çalışmalarının bileşkesini oluşturan kavramın da bu olduğunu öncelikle belirtmek gerekir. Tekeli'nin 25 ciltlik büyük külliyatı ve elbette o külliyatın dışında kalan birbirinden önemli yapıtları bakımından da benzeri bir çalışmanın yapılmasını diliyorum.