Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Anıtkabir'in ötesi

Christopher S. Wilson'un Anıtkabir'in Ötesi: Atatürk'ün Mezar Mimarisi: Ulusal Belleğin İnşası ve Sürdürülmesi ilginç bir kitap. Hemen belirteyim, genel olarak bazı ufak tefek hatalarına rağmen düzgün ve temiz bir çeviri

Atatürk bir 20. yüzyıl lideri. Görüşleri ve kişiliği 19. yüzyılın düşünce akımlarından etkilenmiş. 20. yüzyılın ortalarına varmadan yaşamını tamamlamış bir asker ve devlet kurucusu. Üstelik 1933 sonrasında kendi oluşturduğu partiyle devleti bütünleştirdikten sonra siyasal işlerle eski ölçüsünde uğraşmadığı biliniyor. Son dönemini ise ağır bir hastalıkla pençeleşerek tamamlıyor. Fakat, siyasal eylemini 20. yüzyılda gerçekleştirmiş birçok devlet adamından ve liderden farklı olarak bugün de 'yaşamayı' sürdürüyor. Kurduğu parti ayakta, görüşleri etrafında toplanmış milyonlarca insan mevcut. Bizatihi kendisi ise zamanla bir 'külte' dönüşmüş durumda. Neredeyse metafizikmistik- dinsel bir anlam kazanmış. Bugün kendisini onunla özleştiren sayısız insan var.
Bu durumun ortaya çıkmasını sağlayan bazı nesnel ve toplumsal etmenler var. Her şeyden önce Türkiye'de ordu Atatürk'ü doğrudan doğruya sahiplenmiş ve onu kendi içinden çıkan, kendi önderi olarak görmüştür. Her 10 yılda bir 'gerçekleşen' darbelerin tamamı Atatürk adına yapıldı Türkiye'de. Dolayısıyla her 10 yılda bir Atatürk kültü revize ve rehabilite edildi. Bu işin birinci yanı, hâlâ işleyen dinamikler arsında en önemlisi.
İkincisi, Atatürk, üstünde hâlâ çalışılması gereken, yeterince aydınlatılmamış nedenlerden ötürü daha yaşarken kendi kültünü, mitolojisini inşa etmeye başlamıştı. 1930'lu yılların Avrupa'sında kendisini gösteren liderlik kültürleri bu gelişmede belki önemli bir rol oynuyordu. Ama muhtemeldir ki, onun da ötesine geçen daha farklı psiko-sosyo dinamikler vardı. Belki kendisinin de bir Osmanlı paşası oluşu, tek adam kültürünün içinden yetişip gelmesi sonuca ayrı ayrı etki eden hususlardı. Yaşadığı dönemde heykelleri dikilen ilk devlet başkanıydı. (Monumental Space in the Post-Imperial Novel isimli kitapta Rita Sakr, Orhan Pamuk'un romanlarını incelerken bu konuya değiniyor ve Atatürk heykellerini 'statuomania' (heykelmanisi) bağlamında ilginç bir yaklaşımla ele alıyor) Ve o heykellerin tamamında ulusun kaderi, tarihi, geçmişi ve geleceği Atatürk'le iç içe geçiriliyor, bütünleştiriliyordu.
Her 10 yılda bir yükseltilen bu dalga Atatürk'ün popüler kültüre işlenmesiyle ilgilidir. Popüler kültür ise gündelik hayatla, sıradan nesnelerle, tüketim kültürüyle alakalıdır. Kollara işlenen dövmeler, arabaların camlarına yapıştırılan imza çıkartmaları, yakalara takılan rozetler, resmini ve sözlerini taşıyan tişörtler, çay bardak ve tabakları, heykelcikler görülüyor ortada. Kayalara yerleştirilen figürleri var. Bulutların gölgesinde görülüyor ve ilçelerde bu nedenle festivaller düzenleniyor. Mike Mandel ve Chantal Zakari'nin The State of Ata (Eighteen Publications, 2010) isimli kitapta bu 'gerçek' çarpıcı görüntülerle ele alınmıştı. Öte yanda onu gene gündelik ama farklı kültür dinamikleri içinde ele alan, işte Akl-ı Kemal, Atatürk'ün Liderlik Sırları gibi kitaplar harıl harıl yayınlanıyor.
Neticede, hâlâ her yıl 10 Kasım günü yas tutuyoruz, onu anıyor, tören yapıyoruz. 19 Mayıs'ta onun resmini taşıyarak Samsun'a çıkıyoruz. Her olayda resmi erkan da, grup ve kanaat önderleri de, örgütler de, halk da Anıtkabir'e koşuyor, doğrudan ona sesleniyor, ona olan bağlılığını yineliyor, adına ant içiyor. Daha önce Esra Özyürek bu oluşumu, bir telif (Modernlik Nostaljisi) bir de derleme (Türkiye'nin Toplumsal Hafızası) kitapla incelemişti. Geniş ölçüde bizzat Atatürk tarafından biçimlendirilen modernlik zihniyetinin nasıl olup da böyle mistik-metafizik bir sonuç ürettiği dikkat çeken çalışmalardı onlar. Fakat arkası gelmedi.

***
Şimdi elimizde tuttuğumuz Christopher S. Wilson'un Anıtkabir'in Ötesi: Atatürk'ün Mezar Mimarisi: Ulusal Belleğin İnşası ve Sürdürülmesi bu bakımdan ilginç bir kitap. Hemen belirteyim, genel olarak bazı ufak tefek hatalarına rağmen düzgün ve temiz bir çeviri olmasına rağmen Atatürk'ün mezar mimarisi''kavramı kitabın özgün adındaki 'the funerary architecture of Atatürk' kavramını karşılamayıp ortaya garip bir anlam çıkarıyor. Bir kere, İngilizce deyim kitabın bütün anlamını, katmanlarını ve dokusunu açıklar bir mahiyette: 'funerary', cenaze merasimine ait, mezarlıklara ait, ölüme ait gibi anlamlar taşıyor. Gerçekten de bu deyim Türkçeye en basitinden 'Atatürk mezarlarının mimarisi' diye çevrilebilirdi. Hatta daha da doğrusu, çünkü çeviri özgün metindeki sözcükleri başka bir dilin sözcükleriyle ikame etmek değil anlamı dönüştürmektir, 'Atatürk'ün cenaze mimarisi' demekti.
Bu gerçekten önemli bir nokta. Sadece bir 'semantik' (anlambilim) sorunu değil. Bir gerçeklik olgusu. Nedeni, Wilson'un kitabının, Atatürk'ün ölümüyle birlikte başlayan cenaze törenlerini (İstanbul ve Ankara'da, toplam üç defa), Atatürk'ün aziz naaşının Anıtkabir öncesi yattığı mezarın (Ankara'da, 1938- 1953 arasında Etnoğrafya Müzesi), daha sonra onunla ve ölümüyle bütünleşmiş mekan düzenlemelerinin (Dolmabahçe Sarayında vefat ettiği oda, Anıtkabir'deki müze) ve nihayet Anıtkabir'in nasıl, ne maksatla inşa edildiğini anlatıyor.
Wilson'un kitabında maalesef bu tür metinlerde çok gördüğümüz türden bir sunuş bölümü yok. Dolayısıyla Atatürk'e dönük bu ilgisinin nasıl başladığını, hangi aşamalarda oluştuğunu bilmiyoruz. Gene de internette biraz araştırınca ODTÜ'de bulunduğu anlaşılıyor. Türkçe de öğrenmiş olacak ki, Başbakanlık Arşivi'nde yaptığı çalışmalar da kitabın kaynakları arasında. Konuyu oldukça incelemiş.
Anıtkabir'e yönelirken Wilson bir temel olgudan hareket ediyor: anıt ve abide arasındaki fark. Wilson'a göre, Atatürk'ün hemen ölümünün ardından İstanbul'da, Dolmabahçe Muayede (Bayramlaşma) Salonu'nda kurulan tak, naaşının Ankara'ya nakli için düzenlenen tören sadece ulusal bellekle değil, ulusal kimlikle de ilgili boyutlar taşıyor. O töreni, diğerleri gibi, neredeyse bütün akışı, bütün mekanlarıyla irdeliyor. Kaçınılmaz bir şekilde ve elbette doğal olarak gerek o töreni, gerekse Ankara'da Alman mimar Bruno Taut'un yaptığı katafalkı ve gene düzenlenen töreni, Etnografya Müzesi'ndeki katafalkı bir semboller bütünü olarak ele alıyor. Taut'un katafalkını parça parça 'okuyor' bu bakımdan. Bu çözümlemelerin bir 'yabancının' bakış açısıyla yapılmasına mukabil gayet tutarlı ve hatta ufuk açıcı olduğunu belirtmek gerek. Yer yer daha 'amatör' yorumlar olmakla birlikte (örneğin Etnografya Müzesi'nin ne maksatla oluşturulduğunu irdelediği kesim) tüm bu çalışma bize bugünkü gerçeği irdelerken nelere dikkat etmemiz gerektiği işaret edebiliyor. Özellikle Dolmabahçe Sarayındaki 'ölüm odası'nın (yatak odasının) çözümlenişi bu bakımdan daha doyurucu.

***
Daha sonra konu kitabın ana mevzuu olan Anıtkabir'e geliyor. Burada Wilson hayli ayrıntılı bir mimarlık analizi yapıyor. Daha önce Afife Batur'un bir derlemeyle ele aldığı bu konu (katafalklar ve Anıtkabir) bu defa da ilginç bir çözümlemeye tabi tutuluyor. Anıtkabir inşası için açılan yarışmayı yazar Doğululuk ve Batılılık yönünden irdeliyor. İkinci Ulusal Mimarlık dönemine denk düşen bu yarışma ortaya bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayrılmış iki öbek öneri çıkarıyor. Daha Doğu/Türk/İslam mimarisine dönük yapılar ve Batı/klasik/seküler mimari örnekleri. Jüri kararını ikinci tutumdan yana oluşturuyor. Wilson da bunun Atatürk, amacı ve ilkeleriyle uyumlu bir tavır olduğunu vurguluyor. Bazı düzeltmelerden sonra bugünkü, Akropol/ Parthenon çizgisindeki yapı meydana geliyor. Sonra söz konusu yapıyı 'okuyor', çözümlüyor Wilson.
Wilson bizatihi Anıtkabir'in o ulusal belleği, ebedi baba/ata yaklaşımını oluşturduğu kanısında. Elbette ksmen doğrudur. Ama bu bir sonuç, daha ziyade. Ben Anıtkabir'in yukarıda değindiğim endoktrinasyon ve ideolojik cereyanlar (asker-sivil ilişkileri) içinde bu konuma taşındığı ve her defasında Anıtkabir'in anlamının bu bağlamda yeniden inşa edildiği düşüncesindeyim. Hatta tam da bu yönde bir takım çözümlemeler yapılsa çok daha ilginç sonuçlara ulaşılacaktır. Ama haksızlık etmeyelim, bunlar, başka çalışmaların öznesi olmak gereken şeyler.
Her şeye rağmen kitap bize bütün bu konularda yeniden düşünme imkanı veriyor. Kemalizmin/Atatürkçülüğün bir ideoloji olmasının ötesinde bir 'sosyal fenomen' oluşunu irdeleyenler bundan böyle kaçınılmaz olarak sosyal bilimler/kültürel incelemeler hattında seyrederken bu kabil çalışmalara yöneleceklerdir. Bu kitap da o hatta bir duraktır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA