Babam, babasını erken yaşta kaybettiği için tahsil hayatını devam ettirememiş bir adamdı. Bu yüzden hayatını çocuklarını 'okutmaya' adamıştı. İlkokula başladıktan çok kısa bir süre sonra okumayı söktüğümü ve okuduğum her şeyi tuhaf bir şekilde kolayca ezberlediğimi görünce çok sevindi. Beni elimden tutup arkadaşının kitapçı dükkanına götürdü. Bir kitaplık dolusu kitapla döndük eve.
Elime aldığım ilk kitabı çok iyi hatırlıyorum. Her sayfasında bir dizenin yer aldığı resimli bir kitaptı bu. "Çocuktum, ufacıktım / Top oynadım, acıktım / Buldum yerde bir erik / Kaptı bir ala geyik / Geyik kaçtı ormana / Bindim bir ak doğana" mısralarıyla başlayan bu kitabı adeta bir nefeste okudum ve o günden beri hatırımdadır. Şairin kim olduğunu Cumhurbaşkanı Erdoğan bir başka şiirini okuyup hapse mahkum edildiğinde yaptığım araştırma sırasında öğrendim: Ziya Gökalp. Kitabın halen hatırlamadığım adı da Alageyik olmalı bu durumda.
Okuldan eve geldiğimde üzerimi bile değiştirmeden kendimi kitaplığın önünde buluyor, kah oturarak kah yatarak, hatta kimi zaman yürürken bile kitap okuyordum. Tarihi romanlar ilgimi çekmişti. Özellikle Osmanlı'nın ilk dönemini anlatan, sonradan 'epik' olarak adlandırıldığını öğrendiğim kahramanlık romanları. Yavuz Bahadıroğlu'nun Sunguroğlu serisini birkaç kez okumuştum. Sepetçioğlu'nu da. Okurken tahta atıma atlayıp akıncılarla birlikte sefere çıkıyor, onların cesaret ve kahramanlıklarından kendi payıma bir hisse düşürmeye çalışıyordum.
DEVLET ANA MIDIR?
Televizyonun tek ya da iki kanallı olduğu yıllardı. Evde zaten televizyon yoktu. Fakat şehre bir film geldiğinde babamla sinemaya giderdik. Minyeli Abdullah'ı, Sahibini Arayan Madalya'yı bir şekilde izledik. Bir de Halit Refiğ'in yaptığı Kuruluş dizisini komşuda toplanıp izlediğimizi hatırlarım. Senaryo için yaptığı çalışmayı Kemal Tahir daha sonra Devlet Ana adıyla kitaplaştırdı. Mehmet Niyazi bey kitabın adı hakkında konuşurken şöyle derdi:
"Bizim cemiyetimizde devlet babadır. Oysa batı toplumlarında baba olan vatandır ve devlet anadır." Bu isimlendirmede öz atalarımın bir vakit yerleştiği Haymana'ya adını veren Hayme Ana'nın tesiri olmuş mudur bilmiyorum ama devletin 'ana' olması fikri bana halen tuhaf gelmez.
Diziyi büyük bir heyecanla takip ettiğimi gören ablam, farklı bir perspektif kazandıracağını düşündüğü için olsa gerek, Tarık Buğra'nın Osmancık romanını verdi. Kitabın bugün bile hatırlanan ve posteri yapılıp evlere, kıraathanelere asılan bir bölümü vardır: Şeyh Edebali'nin duası. Çocuk zihnim o duanın gerçekten Şeyh Edebali tarafından yapıldığını ve yazar tarafından sadece kayda geçirildiğini düşündü hep. Kurguyla gerçek birbirinden henüz ayrılmamıştı ve "mümkün dünyalar" yaklaşımından haberim yoktu tabii ki.
ALİ ALMIŞ SANCAĞINI ELİNE
Anadolu'daki evlerin ve odaların vazgeçilmezidir 'name'ler. Tutiname de olabilir bu, cenkname de. Artık baskısı kalmamış, çok az insanın hatırladığı, kimileri farklı yöntemlerle çoğaltılmış nameler okunurdu, daha doğrusu 'söylenirdi' çocukluğumda. O yüzden Sezai Karakoç'un çocukluğumuz şiirini her gördüğümde gözlerim dolar: "Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde / Binmiş gelirdi Ali bir kırata..."
Bu okumalara o dönemde cilt cilt yayınlanan Sahabe Hayatından Tablolar da eklenirdi. Bu yüzdendir yıllar sonra bugün bile Ahmet Özhan "Ali Almış Sancağını Eline" diye başladığında tüylerim diken diken olur. Ahmet Günbay Yıldız'ı bugünün okuru pek tanımıyor ama o yıllarda köy romanı deyince akla onun eserleri gelirdi. Her evde, her kütüphanede bulunur, yeni bir romanın çıkması sabırsızca beklenirdi. Özellikle Yanık Buğdaylar adlı kitabının benim için çok çarpıcı olduğunu söylemeliyim. Tabii ki ablam bana bu kez de Steinbeck'in Gazap Üzümleri'ni önermişti. Hiç bilmediğim bir dünyaydı ama o da güzeldi.
HAKİM BEY VE DOKTOR BEY
Kemalettin Tuğcu'nun romanlarında mütemadiyen buruk bir dünya vardı. Kırık dökük hayatlar, savrulan çocuklar, parçalanmış aileler... O zamanlar 'ajitasyon' kelimesinin anlamını bilmiyordum elbette ve bunca acıya rağmen hep mutlu bir sona ulaşmak sevindiriyordu beni. Umut ki yaşatır insanı, dedikleri. Üniversiteye gidip de Nietszche ile tanışana kadar umudun bir hastalık olarak görülebileceği aklımın ucundan bile geçmemişti.
Şiirle başladığım için olsa gerek antolojiler beni epey meşgul etmiştir. Şair olmadım ama hep iyi bir şiir okuru oldum. Şiirlerdeki ses beni hep kendine çekti. Yine bir kez okuyup unutmadığım bir şiirdir: "Geceleyin bir ses böler uykumu." Ahmet Kutsi Tecer. Rahmetli anneannem Abdürrahim Karakoç'u çok severdi, parçalanmış bir kitaptan ona "Çıkmıştı makama arzıhal için" şiirini ve Hakim Bey, Doktor Bey gibi şiirleri okurdum. Başını sallayarak dinlerdi. Mihriban'ı yıllar sonra anladım.
Her okulda olduğu gibi bizim okulda da okuma listeleri vardı. Edmondo de Amicis'in Çocuk Kalbi kitabıyla böyle tanıştım. Çevirisinden hoşlanmadığım için olsa gerek kitabı bir türlü sevemedim. Yıllar sonra Amicis'in Tercüman tarafından neşredilen İstanbul Seyahatnamesini okuyunca Çocuk Kalbi'ne tekrar dönüp baktım ama iş işten geçmişti.
Eve gelen dergileri de unutmamak gerekir. Özellikle Gül Çocuk dergisini. Son sayfalarda Yürek Dede ile Padişah'ın öyküsü tefrika edilirdi. Bir de Motorlu Kuş. Bunların yazarının aslında bir şair olduğunu ortaokulda anladım: Cahit Zarifoğlu. Şiirlerini de okudum ama halen bazılarını anlamakta zorlanıyorum.