Osmanlı'nın başkenti İstanbul'da tarihler 18 Şubat 1892'yi gösteriyor. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Hayri Bey adında bir kişi bıçakla yaralandıktan sonra ölüsü bulunur.
Cenaze ertesi gün Silivrikapı'da toprağa verilir. Ölümün yaralanma neticesinde olmasına rağmen otopsi yapılmadan toprağa verilmesi normal değildir ancak tam bir gün sonra her şey değişir.
Hayri Bey, öksüz yetim çocukların eğitim görmesi için kurulan Darüşşafaka Mektebi mezunu 25 yaşında bir genç. Ceyb-i Hümayun katibi. Yani padişahın kişisel harcamalarını, ihsan ve sadakalarını dağıtan saraya bağlı kurumun çalışanıdır.
Beyazıt semtindeki Koska Mimar Kemalledin mahallesi, Dolap sokakta içgüveyi olarak yaşamaktadır. Kayınpederi Sakıp Ağa, bugünkü İstanbul Üniversitesi'nin içindeki Beyazıt Yangın Kulesi'nin bekçisidir.
Kayınvalidesi Fatma Hanım ev kadını, eşi 15 yaşındaki Huriye Hanım da 5-6 aylık hamiledir.
Ayrıca dört yetişkinin bulunduğu evde Sakıp Ağa'nın 3 küçük kız çocuğu da bulunmaktadır.
Evde kavga, gürültü hiç eksik olmaz. Sesler, bağrışmalar dışarıdan duyulur.
İşte böyle bir ortamda Hayri Bey'in yaralanarak ölümü ve otopsi yapılmadan gömülmesi belli ki bir rahatsızlık yaratmıştır.
İntihar mı cinayet mi? sorusu ortada durmaktadır. Ve cenazenin toprağa verilmesinden bir gün sonra Padişah'ın emriyle bir soruşturma başlatılır, kabri açılır.Ali Akyıldız Hoca'nın Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme kitabındaki bilgiler ışığında, Hayri Bey'in ölümüne müdahaleyi daha iyi anlayabiliriz:
"Sarayın kamuoyundaki imajına çok önem veren ve saray ve mabeyn çalışanlarının isimlerinin kamuoyunda olumsuz bir olayla anılmalarına asla sıcak bakmayan Sultan 2. Abdülhamid, saray ve mabeyn mensuplarının başkalarıyla aralarında çıkan anlaşmazlıkların kamuoyuna yansımaksızın ve isimleri mahkeme kayıtlarına düşmeksizin barış yoluyla ve sessizce halledilmesini ister, bazen borç ve alacak davalarında anlaşmazlığın mahkemeye düşmeksizin çözülebilmesi için saray mensuplarının borçlarını bizzat cebinden öderdi."
(II. Abdülhamid'in Çalışma Sistemi, Yönetim Anlayışı ve Babiali'yle (Hükümetle) İlişkileri)
POLİSİYE FİLM GİBİ...
Zaptiye Baştabibi Albay Salim Bey, Albay Komidas Minasyan, Hekim Simon Kostrodi, Cerrah Bekir Efendi, Beyoğlu Tababet Şubesi Üyesi Binbaşı Luici Efendi, Mekteb-i Tibbiye-i Askeriye Öğretmeni Binbaşı Hamdi Efendi'nden oluşan otopsi heyeti, yanlarında Zaptiye Nazırı Nazım Bey, Polis Müfettişi Celestin Bonin, İstanbul Bidayet Mahkemesi Savcısı Hüseyin Sıdkı Bey ile Rum İspitalyas Müdürü Dr. Olipidis Efendi de de olduğu halde 20 Şubat 1892 tarihinde Silivrikapı mezarlığına giderek Hayri Bey'in naaşını çıkarıp üzerinde otopsi yapar.
Akyıldız Hoca özellikle polis müffetişi Bonnin'e dikkat çeker: "Padişahın, yaklaşık bir yıl önce Viyana'da intihar eden Viyana Sefiri Sadullah Paşa'nın ölümünü soruşturmak amacıyla Avusturya'ya gönderdiği o dönemin önemli polis müffetişlerinden Celestin Bonnin'i bu şüpheli ölümü, intiharı ya da cinayeti araştırmak için görevlendirmiş olması da bu olayı ne kadar önemsemiş olduğunu gösteriyor."
Hızla soruşturma başlatılır, polis birçok kişiyi sorgular, polis müdürü gece yarılarına kadar görev başındadır. Kamuoyu da meseleyi yakından takip eder, gazeteler olayı didik didik eder, ancak Hayri Bey'den saray katibi değil de memur diye söz ederler. Kayınpeder, kayınvalide ve eş soruşturma boyunca tezat, çelişkili ifadeler verir. Dönemin Sabah ve Tercüman-i Hakikat gazeteleri bu üç ismin 11 Temmuz 1892'de Yüksek Cinayet mahkemesi'nde yargılanmasına başlandığını duyurur. Her türlü gelişme günü gününe Yıldız Sarayı'na rapor edilerek padişah haberdar edilir.
Mahkeme safhası da bir hayli tempoludur. Tanıklar, olayla ilgili birçok kişi ki akraba, hısım, komşu, iş arkadaşı davada yer alır. Dava sürdükçe olay başka bir yere doğru evrilir ve ortaya konanların tam aksine bir sonuçla mahkeme sonuçlanır. Karar verildiği gün yüzlerce kişi oradadır. Yıldız Sarayı'na durumun memnuniyet verici olduğu bildirilir. Polisiye roman tadındaki bu gerçek vakanın tüm safhaları kitapta mevcut. Ancak soruşturmada öyle bir yer var ki söz etmeden geçmek olmaz.
Dönemin emniyet ve mahkemelerinin çalışma usülleriyle ilgili bir fikir sahibi olmak için çarpıcı bir örnek... Bugünkü polis soruşturması, ifade alma ve hukuki kazanımlardan o zamanlara baktığımızda tuhaf, şaşırtıcı ya da "böyle şey olur mu dedirtecek" bir durum olarak görülebilir. (Ancak tarihi hesap sormak için değil anlamak ve ders çıkarmak için görmek gerekir.) Üç şüpheli bir odaya konur, yeşil uzun bir çuha örtünün bulunduğu masanın etrafında otururlar. Ve konuşmaları dinlemek üzere bir polis masanın altına gizlenir. Başbaşa olmaları ve rahat bir ortamda bazı şeyleri itiraf etmeleri beklenmektedir. İpucu ağızlardan kaçırabilir. Ancak Sakıp Ağa, bir paşanın uyarısıyla örtüyü kaldırıp polisi deşifre eder. Mahkemede, sanığa da dinleme yapan polise de bu safahat anlattırılır ve yorumlatılır.
BİR BELGEDEN KİTABA...
Kitabın ortaya çıkışı da Prof. Dr. Ali Akyıldız'ın çalışkanlığı, titizliği ve dikkatiyle açıklanabilir. Olayın kendisi kadar önemlidir. Türk tarihçiliğinde özellikle Osmanlı araştırmalarında değerli bir isim olan Akyıldız, Mabeyn-i Hümayun kitabını yazarken arşivlerde birkaç belgeye rastlar. Ceyb-i Hümayun katibinin şüpheli ölümünü, çalıştığı kitapla ilgili dikkatini dağıtmamak için ayrıntıları sonraya bırakır.
Üç belge vardır; biri olayın başlangıcı, diğeri mahkemenin sonucunun saraya bildirilmesi ve Hayri Bey'in ölümünden altı yıl sonra eşi ve kızına maaş bağlanması.
Osmanlı İstanbulu Sempozyumu'na bir tebliğ olarak sunulmasını kararlaştıran Prof. Akyıldız, mahkeme sonucunu bildiren belgede 500- 600 kişiyi bulan kalabalık bir grubun davanın karar duruşmasını takip ettiğini fark edince, olayın kamuoyuna mal olduğundan hareketle dönemin gazetelerini araştırmaya başlar.
Ve ölümün ilk gününden itibaren tüm aşamaların sonuna kadar basında yer aldığı ortaya çıkar.
Ve hocanın tabiriyle; bir katibin şüpheli ölümünü ele alan mikro tarih çalışması ortaya çıkmış olur.
Olayın tüm safhalarını ayrıntılarıyla inceleyerek, belgeleri ve gazete haberlerini bir polisiye dizi gibi kaleme alan Prof. Akyıldız, kitabında çelişkilere dikkat çekerek yorumunu da yapar: "II. Abdülhamid, eğer sarayda ve çok yakınında çalışan bu insanın ölümünü büyük bir ihtimalle siyasî bir yönünün olabileceği ve kendi iktidarını hedefleyebileceği endişe ve kaygısıyla şüpheli bulmamış ve olayın araştırılması yönünde bir emir vermemiş olsaydı, muhtemelen bu dosyanın üzeri ebediyen kapatılmış ve kayıtlara da sıradan bir intihar vakası olarak geçmiş olacaktı."