Gelenekleri, kültürleri, çalışkanlıkları, yaşam tarzlarıyla bambaşka bir dünyadır Japonya.
Merhametli, cömert, sabırlı, saygılı insanların ülkesi.
Depremler, savaşlar, 2. Dünya Savaşı'nda atom bombası vahşetiyle sınanması. Büyük yıkımdan teknoloji ve elektroniğin devliğine uzanması... Oradan bilişim döneminde yapay zeka buluşlarında yaptığı öncülükle dünyanın en zengin ülkelerinden biri olması tam bir başarı öyküsüdür... Postadan çıkan kitabın kapağındaki Honcin Cinayetleri adını görünce Japonya merakımı ve polisiye tutkumu bilen birinden hediye almış gibi oldum. İlk kez bir Japon polisiyesi okuma heyecanı da cabası... Yazarı Seişi Yokomizo'nun hayatını okuyunca, Batı'dan dünyaya yayılan dedektif romanları türünün Japonya'daki ilk temsilcilerinden olmasından doğal bir şey olamaz dedirtiyor. 1902 doğumlu yazar, 13 yaşında ünlü polisiye yazarları hatmedip, daha 19 yaşında ilk dedektiflik öyküsünü yayınlatıyor. 24 yaşında Japonya'ya davet edilip bir derginin editörlüğüne getiriliyor. Ancak önce sağlığı bozuluyor ardından Japon-Çin savaşı başlıyor. Ve 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'nin ülkeye el koymasıyla yasaklarla karşılaşıyor. Taşraya gönderiliyor. İşsiz ve sağlıksız zor günler geçiren Yokomizo'nun talihi birden dönüyor. Yeni bulunan bir antibiyotikle sağlığı düzeliyor ve aralıksız yazmaya başlıyor. Büyük ilgi gören kitapları çok satanlar listesine giriyor. Kitabı Japonca aslından çeviren Alper Kaan Bilir'e göre; Yokomizo'nun öykülerinde sosyolojik ağırlık da önemlidir ve ortak noktalar vardır:
"Mekan genellikle taşradır. Varsıl, seçkin, güçlü bir aile vardır; bu aile eski düzende zenginleşmiştir ve eski ideallere sadıktır. Değer yargıları da eskidir ve artık çağın gerisinde kalmaktadır. Aile hızla değişen dünyaya adapte olacak ekonomik ve psikolojik esneklikten yoksundur."
Ailelerin içinde işlenen suçları çözecek olan da ünlü dedektif karakteri Kosuke Kindaiçi'dir. Honcin Cinayetleri kitabıyla ortaya çıkan dedektif pejmürde biridir: "İstasyonda inip yavaşça köye doğru yürüyen genç bir adam vardı. Görünüşe göre yirmi beş, yirmi altı yaşlarındaydı; ne sıska ne de tıknazdı, boyu ortalamadan biraz kısaydı. Renkli kumaş üzerine beyaz desenli, Japon tarzı bir ceket ve kimono, altına da ince çizgili desenli bir hakama (Pantolona benzeyen bol bir Japon giysisi) giymişti. Ceketi de kimonosu da kırış kırıştı; hakaması, pileleri belli olmayacak kadar gevşekti. Lacivert çorapları neredeyse ayak tırnakları görülecek kadar incelmişti; takunyaları aşınmış, şapkası da yassılaşmıştı... Kısacası o yaştaki bir gence göre görüntüsüne dikkat etmeyen bir karakterdeydi. Teni oldukça beyazdı ama yüzünde dikkati çeken başka bir özellik yoktu."
Ama müthiş zekidir, ustalığı tarzındadır: "Ayak izlerini aramak, parmak izlerini bulmak gibi şeyleri polislere bırakıyorum. Bendeniz, o araştırmalardan alınan sonuçları mantık çerçevesinde tasnif edip birleştiriyor, sonunda tümdengelim yapıyorum. Benim dedektiflik yönetimim budur."
Kitaba gelince; yıl 1937'dir. Kar altındaki Japonya kırsalındaki Okamura köyünde zengin İçiyanagi ailesinin oğlunun düğün hazırlıkları sürmektedir. Ailenin 5 çocuğunun en büyüğü Kenzo, 40 yaşına kadar ertelediği evliliği için ailesini karşısına almıştır. Gelin soylu olmayan bir öğretmendir. Sınıf, statü sorgulanır ama damat adayı kararlıdır. Köydeki söylentilerin üstüne, üç parmaklı, yüzünü gizleyen bir adam sağda solda sorular sormaktadır. Ve düğünün olduğu gecenin yarısında doğranmış iki ceset bulunur. Damat ve gelin kanlar içinde yatmaktadır. Telli Japon çalgısı kotonun sesi yankılanır. Düğünde, cinayette, soruşturmada hep bir tıngırtı sesi vardır. Ve tek bir delil vardır: evin dışındaki kara saplanmış kanlı bir samuray kılıcı...
YENİ MACERALARI HEYECANLA BEKLİYORUZ
Olay ünlü dedektif yazarlarının çok sevdiği kilitli oda cinayetine benzemektedir. Kitabın kahramanlarından biri olan anlatıcı dedektif yazarı, duyduklarını, gördüklerini kaleme almıştır. Şu sözleri söylemekten kendini alamaz: "Kendine dedektiflik romanı yazarı diyen herkes az bir kez "kilitli oda cinayeti" vakası yazmıştır. Katilinin girmesinin de çıkmasının da olanaksız göründüğü bir odada işlenen cinayetin ve onu güzelce çözüme kavuşturmanın, yazarın gözünde harika bir cazibesi vardır. Ben de bu türden bir roman yazmayı denemek istiyordum ama hiçbir emek harcamaya gerek kalmadan öylesi bir vaka kucağıma şans eseri düşüverdi. Belki de öylesi korkunç bir yöntemle bir erkek ve kadını doğrayan kalleş ve vicdansız katile büyük bir şükran borçluyum." Ve sonra polisiye dünyasının içine dalar, acaba bu olay neye benzemektedir. Lerox'un Sarı Odanın Esrarı, Leblanc'ın Kaplan Dişleri, Van Dine'nin Kanarya Cinayeti ve Kennel Cinayet Vakası, Dickson Carr'ın Plague Court Cinayeti, Roger Scarlett'in Angell Ailesi'nde Cinayet aklına gelir. Ama hayır hiçbiri değildir, bu olay hepsinden farklıdır. "Belki de katil bu romanların hepsini okumuş, cinayet yöntemlerini iyice çözümlemiş, aralarından gerekli parçaları alıp birleştirmiş, bunlardan bir yöntem geliştirmişti."
Honcin Cinayetleri, klasik dedektif öykülerindeki her unsura sahip. Gizem, katil veya katiller, şüpheliler, olay yeri incelemesi, polisler. Ancak kurgusu ve anlatımındaki farklılık yemeğin üstüne dökülen nefis bir sos gibi müthiş. Ayrıca çevirmeni Bilir'in o dönemin Japon kültürünü, geleneklerini, giyim, kuşamını ve coğrafyasındaki yer adlarını titizlikle dipnotlarda aktarması okuma zenginliği katıyor. Batı dillerine çevrildiğinde "Japonya'nın Agatha Christie'si Yokomizo'nun sonunda çevriliyor olması şahane" yorumlarıyla karşılanmıştı. Umarım bize de geç gelen Yokomizo Usta'nın dedektifi Kindaiçi'nin yeni maceralarını çok beklemeyiz.