Çağdaş dünya edebiyatının en büyük temsilcilerinden yazar, yönetmen Paul Auster, Ay Sarayı, Şans Müziği, Son Şeyler Ülkesinde, Kehanet Gecesi, Cam Kentte, Hayaletler, Görünmeyen, 4 3 2 1 ve veda kitabı Baumgartner gibi romanlarında bize sadece hikayeyi anlatmakla kalmadı; karakterlerin rüyalarını, halüsinasyonlarını, mektuplarını, okudukları gazetelerde çıkan haberleri, başka bir deyişle gerçekliğin katmanlarını da kullandı. Karakterlerin neyi hakikaten yaşadığından ve neyi yaşadığını sandığından okur olarak hiç emin olamayarak ilerledik romanlarında. Ve tabii Duman, Surat Mosmor gibi sinema filmlerinde.
Emin olduğumuz tek şey, hayatın bizim gördüğümüz kadarından ibaret sayılamayacağını, yaşadığımızdan daha büyük bir hayat olduğunu kanıtlamayı isteyerek yazdığıydı. Başımıza gelen hiçbir şey tesadüf değildi, hiçbiri boşu boşuna yaşanmıyordu. İstikrarlı bir biçimde arka arkaya bazı felaketlere maruz kalıyorsak eğer, bunun bir anlamı vardı: Bu felaketler bize görmek istemediğimiz, görmekten kaçındığımız şeyleri hatırlatıyorlardı. Ta ki söylemek istediklerini çözene, anlayana kadar. Bir felaket yetmezse bir tane daha geliyordu, bir başarısızlık bir şey söylemezse peş peşe iki tane daha yaşamak zorunda kalıyorduk. Yeniden, hep yeniden... Roman kahramanları ailelerini, sevgililerini, arkadaşlarını kaybediyor, işsiz kalıp beş parasız ve aç yaşamak zorunda kalıyor, bin türlü tehlikenin göbeğinde kayboluyorlardı.
Peki biz niçin onun yazdıklarını okumaya devam ediyorduk? Çünkü onda bunca negatiflik insanı sıkmıyor, boğmuyor, daraltmıyordu. Hatta bir süre sonra negatiflikleri "mutluluğa aykırı şeyler" diye algılamaktan bile vazgeçiyorduk. Her türlü şahsi başarısızlık ve felaket insanın kendini daha iyi tanımasını sağlayan, zihnindeki boşlukları doldurup belirsizlikleri netleştiren, hayattaki fazlalıklardan, yararı olmayan gereksiz ayrıntılardan kurtulmasını sağlayan şeyler haline geliyordu. Hayata eskisinden çok daha kuvvetli bir biçimde ve özgür olarak başlayabilmek için, önce sıfır noktasına gelmenin şart olduğunu biz de onunla birlikte anlıyor, biliyorduk.
New Jersey doğumluydu ama gençliğini ilk karısı, oğlu Daniel'ın annesi de olan meslektaşı Lydia Davis'le birlikte Dante'nin İtalya'sında, Lorca'nın İspanya'sında, James Joyce'un İrlanda'sında, Mallarme'nin Fransa'sında geçirmişi. Her işi yapmıştı o dönem. Çiftlik kahyalığı, ucuz filmlerde set işçiliği... Yazmaya ikinci evliliğinden sonra, Amerika'ya dönüp Brooklyn'e yerleşince başlamıştı. New York'un bu çok renkli, her an her şeyin olabildiği, sürprizlerle dolu ve azıcık da tekinsiz bölgesi, hem evi hem de 'çalışma odası' olmuştu. İlk romanı Yalnızlığın Keşfi
, ona büyük ün kazandırınca üç kısa polisiyeden oluşan New York Üçlemesi gelmişti. Polisiye kurguyu yepyeni bir bakış açısıyla ele alıyor; entrikayı insanoğlunun varoluşsal meselelerini, kimlik, mekan, dil ve edebiyat gibi konularda kafasını bulandıran soruları çözmek için kullanıyordu.
Bu tavrını polisiye olsun, olmasın Şans Müziği, Yanılsamalar Kitabı, Ay Sarayı gibi sonraki yapıtlarında da sürdürdü Paul Auster. Romanlarında bizzat kendinden yola çıkarak yazdığı karakterler, hemen her zaman başka insanlar tarafından çözümsüz durumların içine çekiliyordu. Ve finalde onunla birlikte biz de hiçbir insanın ötekinden güçlü olmadığını, yaşananların çok daha büyük bir gücün, 'görünmeyen'in kurgusuyla olageldiğini keşfediyorduk. (Kim bilir, kendi hayatının en büyük felaketi, yani küçük torunu ve oğlunun trajik ölümü de boşuna yaşanmamıştı belki.)
Kısa bir yazıda onu anlatmak güç ama şöyle bitireyim: Tüm yorgunluğuna hatta onu harap eden hastalığına rağmen genç öldü. Yazmaya devam etse kim bilir neler okuyacaktık ondan. Hatta belki Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandığını bile görecektik. Belki başka bir hayatta...
Auster, birkaç ay önce doğan ve ona iki yıl öncenin trajedisini belki de unutturan ikinci torunu Miles Auster Hustvedt Ostrander'la. Fotoğrafı, müzisyen kızı Sophie ile evlenen Spencer Ostrander çekmiş.