Modern hayatın keşmekeşi bizi karmaşık bir labirentin ortasında öylece bırakıveriyor. İstediğimiz hayatı değil, bize dayatılan hayatı yaşıyoruz çoğumuz. Sevmediğimiz işlerde çalışıyor, bizi mutlu etmeyen evlerde yaşıyor, ruhumuza şifa olamayacak saçma sapan kitaplar, filmler ve dizilerle vakit öldürüyor, rüyalarımızda da bir gün başka türlü bir hayata başlayabileceğimiz umuduna sarılıyoruz. Üstelik kaçıp gitmeyi hayal ederken bile ne gerçek isteklerimizin, ihtiyaçlarımızın farkındayız ne de aslında kim olduğumuzun...
Ne dersiniz, biraz durabilsek, her gün yürüdüğümüz yollardan başka yollara sapabilsek, dışarıya olduğu kadar içimizde de bakabilsek, zayıflıklarımızı, eksikliklerimizi görüp kabul etsek, hatalarımızdan ders çıkarsak... Kendimize "Hayatın anlamı nedir? Ben gerçekte ne istiyorum? Hangi değerlere inanıyorum?" gibi sorular sormaya başlasak... Uyanma sürecimizi deneyimlerle zenginleştirsek, yeni insanlarla tanışsak, farklı kültürler ve düşünce sistemleriyle temas kursak her şey değişir miydi?
Bence kesinlikle, yüzde yüz değişirdi. Büyük Rus yönetmen Tarkovski'ye kulak verelim...
Kurban filminde esas karakter küçük oğluna bir hikaye anlatıyor: "Bir zamanlar Pamwe adında bir keşiş yaşarmış. Pamwe bir gün dağa çıkıp kurumuş bir ağaç dikmiş, öğrencisine de bu ağacı her gün sulamasını söylemiş. Ta ki ağaç yeniden hayata uyanıncaya kadar... Genç keşiş sabahları erkenden bir kova su alıp tepeye çıkıyor, kuru ağaç gövdesini suluyor ve hava karardığında manastıra dönüyormuş. Üç yıl sürmüş bu. Sonra, günlerden bir gün, öğrenci gene dağa çıkmış ve bir de bakmış ki ağacı çiçekler içinde...
Kurban filminin yönetmenin zihninden konuşan kahramanı Alexander şöyle yorumluyor bunu: "İşte kim ne derse desin, bu yöntemde muazzam bir şey var. Bazen kendi kendime diyorum ki, insan her gün aynı saatte, aynı şeyi yapsa ve bunu ritüel gibi kararlılıkla, sistemli olarak hep tekrarlasa, dünyada bir şeyler değişirdi, mutlaka değişirdi. Diyelim ki insan her sabah tam yedide uyanıp banyoya gitse, eline bir bardak alıp suyla doldursa ve sonra tuvalete dökse, bu bile yeterdi bir şeyleri değiştirmeye."
GİZEMLİ BİR SEYAHAT
Bu hikayede keşif yolculuğu kurumuş bir ağaç dalıyla başlıyor, çiçek açmış bir ağaçla son buluyor. Fakat edebiyatta başka kişisel keşif yolculuklarına da tanık oluyoruz biz aslında. Hatta bir görüşe göre zaten aslında tüm edebiyat bu yolculuklardan ibaret. İşte onlardan birkaçı...
Hermann Hesse'nin yazdığı Siddhartha'yı unutamayız kuşkusuz. Tıpkı Buddha gibi hayatın anlamını merak eden genç Siddhartha, hakikati bulmak için yaşadığı köyden ayrılmaya karar veriyor. Yolda zaman zaman spiritüel çağrılara uyuyor, zaman zaman dünyevi hayatın zevklerini tadıyor ama sığındığı hiçbir yer, hiçbir insan, hiçbir düşünce yetmiyor ona ve arayışı aralıksız devam ediyor. Derken düşünceleri onu bir nehre yöneltiyor. Hakikatin izlerini de zaten arayışına dair tüm ümitlerini kaybettiği anda burada buluyor. (Siddhartha, Can Yayınları)
İNSANIN BİTMEYEN ARAYIŞI
Çok satan, çok okunan Simyacı, Brezilyalı yazar Paulo Coelho'nun romanı. Coelho'nun Mevlana'nın Mesnevi'sinde yer alan bir meselden yola çıkarak yazdığı roman, İspanya'dan kalkıp Mısır piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago'nun hikayesi. "Yazgına nasıl egemen olacaksın? Mutluluğunu nasıl kuracaksın?" gibi sorulara cevap arayan bir yaşam kılavuzu. (Simyacı, Can Yayınları)
Çavdar Tarlasında Çocuklar, Amerikalı öykücü J.D. Salinger'ın tek romanı. Görünüşte müthiş bir alaycılıkla kaleme alınmış ama satır aralarında büyük bir kederi, acıyı gizleyen bir roman bu. Anlatıcı yetişkinlerin iki yüzlü düzenine isyan eden ve oradan kaçmayı kafasına koyan bir ergen. Holden Caulfield, dünya edebiyatının güvenilmez anlatıcılarına verilebilecek en iyi örnek olabilir çünkü hem okura sürekli yalan söylüyor hem de daha önemlisi kendine... (Çavdar Tarlasında Çocuklar, YKY)
Yann Martel'in sinemaya da başarıyla uyarlanan ünlü romanı Pi'nin Yaşamı'na gelince... Bir yük gemisi fırtınada batar ve kazadan kurtulan 16 yaşındaki bir çocuk uçsuz bucaksız, vahşi Pasifik Okyanusu'nun ortasında bir sandalda kalıverir. Bütün ailesini kaybetmiştir. Üstelik sandalda bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan ve üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı vardır. Sonrasında Pi'nin derme çatma o sandalda verdiği 227 günlük hayat mücadelesini okuruz. Ve onunla birlikte biz de bir kez daha anlarız ki, doğa bize düşman değil, kurtulacaksak hep birlikte kurtulacağız. (Pi'nin Yaşamı, İnkılap Kitabevi)
KLASİKLEŞEN BİR TASAVVUF ROMANI: AMAK-I HAYAL
En güzel örnekse biz,im edebiyatımızdan. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, A'mak-ı Hayal romanında dağılıp parçalanmış bir insanın tasavvufi olgunlaşma hikâyesini anlatırken okuru hayali ve hakiki yolculuklara çıkarıyor. Tasavvufi, felsefi, sosyal ve fantastiğin Türk edebiyatında benzeri görülmemiş bir karışımı olan A'mak-ı Hayal 'de ilk kitabın anlatıcısı Raci'yi, ikinci kitabın anlatıcısı konumuna geçen Aynalı Baba'yı tanıyor, akıl hastanelerinden mezarlıklara sayısız mekânı ziyaret ederken yirminci yüzyılın başında Osmanlı toplumundaki düşünce tartışmalarını da takip ediyoruz. Kitabı yayına hazırlayan Fatih Altuğ'a kulak verirsek: "Aynalı Baba'nın kıyafetlerine yapıştırdığı ayna parçaları gibi roman da parça parça ama çok katmanlı bir metin olarak vücut bulur. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Türkiye'deki roman pratiğini daha önce hiç karşılaşmadığı bir terkiple tanıştırır. Bu terkibin hakkı hala tam olarak verilememiştir." (A'mak-ı Hayal, Turkuvaz Kitap)